69cc7-the_metamorphosis-franz_kafka-messmatch-story

Anlamsız bir dünyanın ortasında yapayalnızlıktır Kafka. Yapıtlarında çağımız insanının korkularını, yalnızlığını, kendi kendine yabancılaşmasını ve çevresiyle iletişimsizliğini dile getiren Kafka, beni en derinden etkileyen yazardır.

Taşralı Çek proletaryasından gelip zengin bir tüccar olmuş bir baba ile Alman yahudisi bir annenin çocuğu olan Franz, 1883 yılının 3 Temmuz’unda Prag’da doğar. Çek kökenli bir aileden geldiği halde Almancayı ana dili olarak kullandığı için tam bir Çek sayılamayan Kafka’yı, Almanlar da tam anlamıyla kendilerinden saymazlar.

Kafka’nın varoluşu daha başından kaybedilmiş bir savaşım olarak ele alması ilginçtir. Albert Camus’nün taş olmak istemesi gibi Kafka da kara saplanmış yararsız bir odun parçası olmak ister. Ona göre ne kadar küçük ve basit yaşarsa o kadar mutlu ve sorunsuz bir yaşamı olacaktır. Çünkü bir insan gibi yaşamak ve doğru yolda ilerlemek hemen hemen imkansızdır. Şöyle gerekçelendirir bu durumu; “Doğru yol yerden bir karış yüksekte bulunan gergin bir ip gibidir. Fakat bu ip, üstünde yürümek için değil de insanın ayağının takılıp tökezlemesi için vardır ancak..”

“Beni engelleyenin olgular olduğu pek söylenemez, bir korku, aşılabilmesi olanaksız bir korku var; mutlu olmaktan korkmak, daha yüce bir amaç için kendime acı verme tutkusu ve buyruğu.” Kafka böyle açıklar iç dünyasının ayrılmaz bir parçası olan ve neredeyse yönelimlerinin temel taşı olan ‘korku’sunu.

Bu iletişimsizlik, yalnızlık ve yabancılık duyguları içinde Kafka’nın ailesi ve hatta sevgilisi bile olmaz. Kadınlarla ilişkisi mektuplaşmaktan öteye geçemez. Mektuplaştığı dört kadın arasında en çok aşık olduğu Milena Jesenka’dır. Fakat Milena evli olduğundan bu umutsuz ve imkansız aşk Kafka’yı derin acılara sürükler. Milena’ya bir mektubunda şöyle der; “En çok seni seviyorum diyorum ama gerçek sevgi bu değil sanırım, sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla desem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki..”

Kafka, Prag’da hukuk öğrenimi gördükten sonra sigorta şirketinde çalışmaya başlar. Ve hep istediği gibi basit, küçük ve güvenli bir hayata kavuşur. Gündüzleri sıradan bir memur gibi işe gider, geceleri ise ölümden bile derin bir uykuya benzettiği yazma işinde yoğunlaşır.

Franz Kafka’nın ailesiyle olan ilişkisi -özellikle babasıyla-, Yahudi asıllı oluşu, içinde yaşadığı toplum ve siyasal ortam, çevresine yabancılaşmasına yol açar. Kafka’nın babasıyla olan ilişkisi, tüm ilişki ve eserlerine bir temel oluşturur. Dillerin anlaşılmaz olduğu, davranışların ise belli kalıplara sıkışıp kaldığı insan ilişkilerinde tamamen aynı olan hareketler ve aynı kelimeler tekrarlanırken, insan bu kadar iletişimsiz ve yalnızken, Kafka kaybedilmiş bu baba oğul ilişkisini babasına yazdığı 100 sayfalık “Baba’ya Mektup”ta bizimle paylaşır. Babasıyla başlayan otorite fobisi, onun her daim zayıf olan bedenini, iyice küçültür ve yok eder.

Ona göre anlamsız olan bu hayatın sıkıcı gerçekliğini aşarak, sembol ve imgelerden oluşan bir labirent yaratmıştır yazılarında. Kafkaesk olarak adlandırılan bu labirentte ilk önce kendimizi kaybettirir bize, sonra ruhumuzun derinliklerinde, kuytu köşelerinde kalanları cımbızla tek tek çekip yüzeye çıkarır adeta.

Kafka’nın öykülerinin ve romanlarının bitmemişlik izlenimleri ve hiçbir kesinlik taşımayan sonları vardır, aynı bir kabus ve rüyanın tasviri gibi. Kafka nedeni ve niçini belirsiz yolları anlatır. Öykülerinin ve romanlarının hiçbir sonuca ulaşmaması bu yüzdendir.

1924 yılında yakalandığı verem hastalığının tedavisi amacıyla kaldırıldığı Viyana’daki Kierling Sanataryumu’nda ölür.

Ölmeden önce eserlerinin hepsinin yakılmasını vasiyet ettiği en yakın dostu Max Brod, bu eserlerin hepsini yayımlatır.

Yaşamı boyunca huzur bulamayan Kafka, umarım, şimdi ölümünden yıllar sonra ne kadar önemsendiğini hisseder ve ruhu huzura kavuşur böylece.

Tadımlık: Günlükler 1910–1923. Çeviren: Kamuran Şipal. İstanbul: Cem Yayınevi. s. 286-287.

20 Ekim 1913

Sabehleyin tasarlanacak gibi olmayan bir hüzün. Akşamleyin Jacobsohn’un Der Fall Jacobsohn’unu okudum. Bu yaşamak, bu karar vermek, bu ayağını gereken yere hazla basmak gücü. Kürek çekmekte usta birinin kendisine ya da bir başkasına ait kayıkta oturuşu gibi, kendi içinde oturuyor Jacobsohn. Ona yazma isteğini duydum. Ama böyle yapacakken, tutup gezmeye çıktım; içimi saran duygu Haas’la buluşup konuştuktan sonra tümüyle silinip gitti. Kadınlar, üzerimde uyarıcı bir etki yaptı; derken eve gelip Değişim’i okudum; beğenilecek gibi değil. Belki gerçekten mahvolmuş bir durumum var, sabahki hüzün yine çıkıp gelecek ve ben uzun süre ona karşı duramayacağım; tüm umudumu alıp götürüyor bu hüzün. Günlük tutma hevesini bile duymuyorum; belki böyle bir günlükte pek çok şey eksik kalacak; belki hep yarım, öyle görülüyor ki zorunlu olarak yarım davranışları anlatmam gerekecek, ama belki salt günlük tutuşum hüznüme katkıda bulunacak, onun için.