hacettepe-universitesi-beytepe-kampusu_48381

Pazartesi sendromundan öte, boktan bir gündü. Zaten gecesinden belliydi. Sabaha kadar uyuyamamıştım ağır gribal enfeksiyon yüzünden. Saat 8’de uyandım. 1.5 saat sonra yataktan kalkabildim. Akşam Samsun’a gidecektim ve onun verdiği motivasyonla ayakta durabiliyordum. Medico’ya gidip 3 günlük rapor ve ilaç milaç almak için evden çıkmalıydım. Ne giysem diye şöyle bir dışarı baktım. Hava günlük güneşlikti. Ona göre bir şeyler giyip çıktım. Durağa vardım ve otobüs beklerken kar yağmaya başladı. Günün boktanlığı devam ediyordu. Köprüye vardığımda hava günlük güneşlikti. Kampüse gittiğimdeyse yine kar yağıyordu. Şimdi bu dandik hava şartlarının öğleden sonra gerçekleşecek sıra dışı olayın habercisi olduğunu düşünmekteyim.

Medico’ya vardığımda saat 11:33’tü. Görevli kimse yoktu. Birini buldum. Kapandı mı, diye sordum. Kağıdı görmüyor musun, dedi. Okusana, dedi. Okumaz olur muyum aq. Okudum tabi. İçim acıyo o yüzden. Kapanış 11:30 yazıyor. Açılış 13:30 yazıyor. Siktir git iki saat oyalan, yazıyor. Lan ayakta zor duruyorken ne yapayım ben iki saat? Daha doğrusu 1 saat 57 dakika. 3 dakikanın bu kadar kıymete bineceğini nerden bilirdim. Yataktan 1.5 saatte kalktım bir kere. Şimdi bütün bu zaman kayıplarının o müthiş olayın zamanlamasını ayarladığını düşünmekteyim.

13.30’da Medico’daydım. Doktorum Fazilet Hanımdı. Fazilet Hanım aslında adı bir aşk mektubunda geçecek değerde bir insan değildir. Çünkü beraberinde küfür gerektirir. Dolayısıyla seviye düşer. ‘Sanki bu kısıma kadar küfür yazmamış gibi…’ deme. Fazilet Hanıma edeceğim küfürlerin yanında onlar hiçbir şey. Rapor diyorum. Ne yapıcan raporu, diyo. Çok ağır gribim, halsizim diyorum. Türkiye’nin yarısı grip, diyo. Çarşamba günü sınavımız olabilir, diyorum. Sınavlarınızı ben ayarlamıyorum, diyo. Lan… neyse az daha kaptırıyodum. Çıktım dışarı otostop çekmeye başladım. Donuyorum, bir türlü araba durmuyor. Bir an önce köprüye inmek istiyordum. Şimdi bir an önce inmediğime dua ediyorum.

Nihayetinde indim köprüye, oturdum durağa, başladım Eryaman otobüsünü beklemeye. Solumdaki oturak boşaldı ve oraya biri oturdu. Biri de değil de, belki bir şey. Bir ışık hüzmesiydi. İdealar dünyasından gelmiş. Hoş gelmiş. Elinde kare şeklinde kocaman bi çanta var. Yüzünü 1 saniye gördüm görmedim. Sürekli sol tarafa (otobüsün geleceği yön) bakıyo. Ben de otobüse bakma bahanesiyle eğildikçe eğiliyorum yüzünü görmek için. Aniden bir dönse tam önünde kocaman bi kafa görecek. Birkaç dakika sonra Eryaman otobüsü göründü. O vakit ben kızı mızı unuttum. Çünkü Eryaman otobüsünün ufukta görünmesi basit bir hadise değildir. Can pazarı başlar. İsrafil sura üflemiştir adeta. Çocuğunu kucağından atıp otobüse koşan var.

Otobüs, ego diye tabir ettiğimiz kırmızı renkli, kartla binilebilen ömür törpüsü idi. Benim kartım yoktu. Kimden istesem diye şöyle bir arkama baktım kiiii..evet, o da binmiş. Ümitköy otobüsü bekliyordur diye umduğum kızın Eryaman yolcusu olduğunu gördüğüm andan itibaren, onu kendime daha yakın hissetmeye başladım. Yakın hissetmemle de fazlalık kartınız var mı diye sormam bir oldu. ‘Olması lazım,’ dedi. Ve benim için de bastı kartını. Ben hemen 1ytl’mi hazırladım. Bir yandan çantasını tutmaya çalışıp bir yandan cüzdanını toparlamaya çalışırken bir de ben parayı uzattım. ‘Aaa,’ dedi. ‘olur mu’ dedi ‘hiç’ dedi ‘öyle şey?’ dedi. ‘Sen şunu tut yeter,’ dedi. Cümleler sek emir kipi ama onun ağzından çıkınca öyle görünmüyordu. Ben de hemen boş bir yere oturdum, çantasını tuttum, tutarken de parayı attım içine. Gözünden kaçmadı kızın. Çantasını alıp arkalara doğru gitti. 1 dakika sonra tekrar geldi ve karşımdaki koltuğa oturdu. Birbirine dönük ikilik koltuklardan bahsediyorum. Benim tam karşımda bir amca, yanında da o oturuyor. Cebinden para çıkarıp geri verdi bana. ‘Bakkal hesabı yapan sensin,’ dedi. ‘İyi,’ dedim. Pıstım öylece. Dışarıları seyretmeye koyuldum. Çok geçmeden karşımdaki amca muhabbeti kurdu kızla. Sordukça soruyordu kıza. Hangi okul, nerelisin, nerde kalıyosun… Amca senin ben ağzını yerim. Sor durma devam et yazıyorum beynime. Bir sürü şey öğrenmiştim kızla ilgili. Ve amca kıza bölümünü sorduğunda saçma sapan bir hadisenin de temelini atmış oldu.

Bölümün ne sorusuna ‘iç mimarlık’ diye cevap verdi kız. O anda aklıma son günlerde güldüğümüz bir video geldi youtube’dan. Videoda bir üniversite öğrenci arabasına binen kızla şu şekilde konuştuğunu hayal ediyordu:

– Bölüm neydi?

– İç mimarlık.

– İç demişken, bi kahve içsek?

Şimdi böyle yazınca saçma geldi ama zamanında gülmüştük. Artık içimde bu diyaloğu hayata geçirmeye dair inanılmaz bir istek vardı. Hayır, işe yarar diye düşündüğümden değil. Tek düşüncem; bunu gerçekleştiricem, ardından kız reddedecek, ben de canın sağ olsun diyecem, akabinde arkadaşların yanına gidip, ya kızın birine böyle böyle dedim diyecem ve finalde ‘puhahaha’ diye gülecez. Çünkü ben böyle pis bir adamım ve sanki dünyaya geliş amacım bu finali yaşamak ve yaşatmak. Olayı enine boyuna düşünmeye başladım. Bir şey kafama takıldı. Ret cevabını aldıktan sonra oluşabilecek göt oluş hali ve ruhsal çöküntü. Onu da ‘Zaten akşam Samsun’a gidicem. Bir hafta da ruhumu tazeler dönerim,’ şeklinde düşünerek atlattım.

Uzun süre sonra amca bana da sordu bölümümü. ‘Uluslararası ilişkiler,’ dedim. Çok güzel, dedi. O anda kız atıldı lafa. ‘Tahmin etmiştim,’ dedi. ‘Nasıl ettin?’ dedim. ‘Ne bilim kesin siyasetle alakalıdır diye düşünmüştüm,’ dedi. O an içimde bir umut yumağı hissettim. Nasıl tahmin etmiş neye göre çıkarım yapmış bana ne. Benim oradan çıkaracağım durum, kız benim hakkımda ‘acaba hangi bölümdedir’ diye düşünmüş. Zihnini meşgul etmişim.

Artık yol boyunca kızı seyretmeye başlamıştım. Yüzüne bakmaya doyamıyordum. Yüzü şeker topağı gibiydi. Kulağında mandal şeklinde bir küpe vardı. Çok yakışmıştı. Arada sırada bakışlarımı yakalıyordu ve hafifçe tebessüm ediyordu. Hafifçe tebessüm ettiğini görmemden anlaşılacağı üzere, yakalandığımda bile gözlerimi kaçırmıyordum. Ayıya bağlamıştım. Sonra kız birden ayağa kalktı ve iyi günler deyip kapıya yöneldi. Şöyle bir dışarıya baktım ve o da ne! Bizim durak. Kapı açıldı ve indi. Sevinçten yüz felci geçirmek üzereydim. Kendimi zor toparladım. Toparlandıktan sonra ‘Lan bura benim de durağım, ben neden inmiyorum?’ dedim.

İndiğimde kız biraz uzaklaşmıştı. O da benim gideceğim yoldan gidiyordu. Bu kadar tesadüf normal değildi ve böyle bitemezdi. Bir ara arkasına baktı ve beni gördü. Öyle bir duruma düşmüştüm ki, sanki inmem gereken yerden daha önce inmiş ve takip etmeye başlamıştım. Bu sapık halimden ben de rahatsız oldum ve hızlanarak kıza yetiştim.

– Pardon bakar mısın?

– Evet?

– Ya ben böyle takip ediyomuş gibiyim ama aslında aynı yere doğru gidiyoruz.

– Olabilir canım, aynı yerde inmemiz normal yani. Ben de, boşuna iyi günler demişim diyecektim.

– Ya ben isminizi “şeaptım” yolda, böyle tahmin etmeye çalıştım ben de falan ama.. (Cümle çığrından çıktı.)

– (gülerek) Ne tahmin ettin peki?

– Yağmur mu?

– Ehehe.. değil.

– İpek? Cansu?…

– Yok, “e” ile başlıyo..

– Emel, Eda, Esra..

– İkincisi

– EDAAA!!

– Evet, senin neydi?

– Samet.

Bu arada artık yollarımızın ayrılması gerekiyordu. Yukarı doğru gidecekti. Sırası gelmişti.

– Şeeyy.. bölüm iç mimarlıktı di mi?

– Evet, seninki de uluslararası ilişkilerdi di mi?

– Evet (de seninkine odaklanmamız gerekiyo kızım.)

– Ya iç demişken bi kahve “şeapalım” mı? Şurda ilerde Eryaman Center çok da ilerde değil ama ilerde sayılır da orda kahve mi içelim bi kahve içsek mi?

– Nasıl yani?

– Yani kahve içelim mi?

Şakayla karışık bir tarih yazılmıştı aslında. O gün resmen bir kıza kahve içme teklif ediyordu Samet. Şimdi düşünüyorum da bildiğin çıkma teklifi bu. Bi yere gidiyosun, kahve falan içiyosun.

Tıpkı planlandığı gibi, Eda da teklifi kibarca reddetti. ‘Ya iki üç gündür sabahlıyorum bu gece de sabahlıcam,’ dedi. ‘Kusura bakma’ dedi. ‘Olmaz’ dedi. Ne denilirse dedi. Samet diye tabir ettiğimiz kişilik bu andan sonra ne yapar? Koşa koşa eve gider. Yorganın altına girer. Aslında şöyle olmalıydı böyle olmalıydı diye yüzlerce varyasyon çıkarır. Ama öyle olmadı. O anda içimde bir şeyin varlığını hissettim. Edanın büyüsünden mi, doğamda mı vardı, benle mi doğdu, sonradan mı oldu bilemiyorum ama o gün orada o yaratık dışarıya çıktı. Kontrolü ele geçirdi. ‘Tamam işte, kahve sabahlamana yardımcı olur,’ dedi. Eda buna da kafasını sallayarak ret cevabı verdi. Ama yaratığı tutamıyordum. Yeter, gidelim olmayacak dedim. Ama o ne yaptı? ‘Ben de marketten bir şey alacaktım,’ dedi ve takıldı kızın peşine. ‘Almayacaktın ama neyse…’ gibisinden bir şey söyledi Eda sessizce. Artık markete kadar daha yürüyecektik. Yaratıktan arda kalan zamanlarda kendime inanamadığımı aslında böyle biri olmadığımı Eda’ya açıklamaya çalışıyordum. Marketin önüne geldiğimizde tekrar ayrılma vakti gelmişti. Bu sefer de Eda, ‘Ben de bir şey alacaktım,’ dedi. İçeri girdik. Kendisine bir kutu kola aldı. Marketin içinde dolaşırken ben de ne alacağımı planlıyordum. Birden kendimizi makarnaların yanında bulduk. ‘Sen makarna mı alacaksın?’ dedim Eda’ya. ‘Yoo sen bişey almıcak mıydın?’ dedi o da. O anda gözüme simit çarptı ve ‘simit alacaktım’ dedim. Simit, kola, ben ve Eda dışarıya çıktık. Yine ayrılma zamanıydı. Ben artık içimdeki yaratıktan hoşnuttum ve devam edeceğini umuyordum. En azından Eda’yla birlikte olmamı sağlıyordu. ‘Simit yer misin?’ dedim. ‘Sağ ol almiim, ben de kola içer misin diye sormadım afedersin,’ dedi. Bir sessizlik oluştu. Galiba Eda bir şey dememi bekliyordu. Ben de yaratığı… Ama yaratık maratık yoktu. Yapayalnız kalmıştım. Bu sessizliği kendi imkanlarımla bozmalıydım. Aslında kendi imkanlarım da çok güzel imkanlardır ama ilk konuşmalarda çıkmıyor ortaya. Zamanla açılan biriyim ne de olsa. Hele böyle güzel bir kızın karşısında ilk konuşmamızda %20’yle oynasam şükrederim. Neticede kendi imkanlarımla bir tek ses çıkarabildim. Üç harfli ve üçü de aynı. ‘Eee?’

Bu “Eee”den sonra Eda’dan öyle güzel bir cümle geldi ki çerçeveletip odama asmayı düşünüyorum. ‘YA KAHVE İÇMEMİZ ŞART MI ŞU BANKLARDA OTURALIM İŞTE!’. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, Kurban Bayramı, Şeker Bayramı, İşçi Bayramı… ne kadar bayram varsa birleşip doldu içime. Ben de farklı bir yerdeki bankları göstererek orada oturalım, dedim. Benim gösterdiğim tarafta güvercinler vardı. Bir yandan konuşabilir bir yandan da boşu boşuna aldığım simidi kuşlara yedirebilirdim.

Soğuktu, esiyordu, ağır griptim her şeyden önce ama o bankta vakit öyle güzel geçiyordu ki. O anlatıyordu, ben dinliyordum. Allah’tan anlatmayla ilgili bir sorunu yoktu. Birbirimiz hakkında bir sürü detay öğrendikten sonra yeniden ayrılma vakti geldi. Lakin benim için pat diye ayrılmak kolay değildi. Elindekini evine kadar taşımayı teklif ettim. ‘Ben alışkınım ama istersen gel gezmiş olursun,’ dedi. Ve Eda’yı evine bıraktım. Ayrıldıktan sonra ‘Ella Ella Metzella’ dansı yaparak eve döndüm. Bir sevinç oturuverdi içime. Eve geldiğimde de 90’lar yabancı pop dinleyip dans ettim. O gün doktorum kağıt üzerinde Fazilet Hanımdı ama pratikte Eda’ydı.

Evet Eda, durum böyle. Elimde ne e-mail adresin var ne telefonun. Bir hafta boyunca Samsun’daydım ve döndüğüm ilk gün bu mektubu yazdım. Başlıkla belirtme gereği duyduğum bu mektubu sana verebileceğimden emin değilim. Şu son satırları yazarken biraz acele ediyorum. Çünkü saat 12:30, dersi kaçırdım ama senin için geliyorum. Bundan böyle seni bulana kadar benim yerim Haydar Abi’nin yanı. Çünkü izin verirsen ben bu şeker topağına daha yakın olmak istiyorum.

Samet Bektaş