cesitli-yalnizlik-soylentileri5020bd8ae6a9a273a368fcbd789837a3

Kitabın ismi çarptı en başta. Sonra kapağındaki fotoğraf. Neresi olduğunu bilmiyorum, bir adam çok dar bir sokaktan, uzun duvarların arasından (öyle ki gökyüzüne dek uzanıyor duvarlar sanki), dar merdivenlerden iniyor. Bir isim, Mehmet Can Şaşmaz. Kitabın arkasını çeviriyorum, çok sevdiğim, beş ada yazarı Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun kısa ve öz değerlendirmesi; değerlendirmesini “Böyle umut verici kitaplar okudukça, öykü yazınımız adına seviniyor insan.” diyerek tamamlamış. Daha kitabı bitirmeden siz de katılıyorsunuz ona.

Bunlar tabi kitabın içeriği değil, ama bir kitap kurduna dönüşünce en küçük ayrıntılar bile görünüyor oluyor. Yazarın kısa biyografisini okuyorsunuz; 1985’li, genç bir yazar. Hem seviniyorsunuz; hem de kıskanıyorsunuz onu. Sizden genç bir yazar bu kadar usta işi öyküler yazmış; yine de kıskançlığınızı bastırıp, iyi ki yazmış da okudum diyorsunuz. İçindekiler kısmına, öykülerin isimlerine bakıyorsunuz, sonra kapağına. Genelde, bir öykünün ismi verir kitaba adını, yanılıyorsunuz. Bu sefer öyle olmamış. Öykülerin hepsini okuduktan sonra anlıyorsunuz; bu öykülerin hepsinde bir yalnızlık hali var, yalnızlığın çeşitli halleri, çeşitli yalnızlık söylentileri yani.

Genç yazarın ürünlerini yayımlatma sorununu kim en iyi anlatabilir ki genç yazarların kendilerinden başka? Birgül Oğuz’un “fasulyenin bildiği”ndeki aynı adlı öyküsünü hatırladım “Dönüşü Olmayan Öyküler”i okuduktan sonra. Tabi bu öyküde sadece genç bir yazarın öyküsünü yayımlatmak için karşılaştığı zorluklar yok. Öykülerini yok etmek isteyen bir genç yazarın geriye dönüşlerle, iç konuşmalarla dolu bir yol öyküsü aslında bu. Öykünün sonunda, yazdığı öyküleri, bir bakıma doğum yerleri olan Fiskaya’dan uçurumdaki rüzgara teslim eder genç yazar ve noktayı koyar: “Dönüp otomobiline baktı. Bir öyküsü geldiği yollarda duruyordu.” Meğer vazgeçmemiş genç yazar, yazmış. Öyküler atıldıkları yerden yeniden doğmuşlar gibi sanki. Ya öykünün başında genç yazarın rüyasında Çehov’la konuşması.

“Kaplumbağa”da hız tutkunu Turan’ın trajik sonu bekliyor okuru. Babasının arabasını kaçıran genç sonunda ıssız bir yolda kalır tek başına. Yaşlı kaplumbağa vardır bir tek yanında.

Öykülerdeki göndermeleri bulmak, yazarın kendi hayatına yaptığı, kendi kitaplarına, daha önce yazdığı öykülere ya da bir başka yazarın öyküsüne yaptığı göndermeyi fark etmek gönendirir okuru. Bu gönenç, söz gelimi Behçet Çelik’in Gün Ortasında Arzu’sundaki “İntikam Peşinde” adlı öykünün, Barış Bıçakçı’nın Baharda Yine Geliriz adlı harika kitabındaki “Ben Tedirgin” adlı öyküye bir çeşit cevap niteliğinde olduğunu fark ettiğinizdeki gülümseme olarak gösterir kendini. Aynı gülümseme, Mehmet Can Şaşmaz’ın “Dönüşü Olmayan Öyküler”inde “Kalın bıyıklı, işinin ehli, babacan bir adam” olarak bahsettiği eleştirmenin Semih Gümüş olma ihtimalini düşündüğünüzde yerleşiyor yüzünüze.

“Odada” adlı öyküde, okulun yatakhanesinde ya da bir yurtta yalnız kalan genç oluveriyorsunuz. “Uyursam belki rüyamda kalabalıklaşırdım.” diyor yalnız, odasında uykuya dalarken.

Yalnızlığın çeşitli hallerini melodrama kaçmadan, müthiş bir duyarlık ve empatiyle anlatan bu genç yazarın öykülerini okurken kalabalıklaşıyorsunuz aslında. Yeni öykülerini okumak dileğiyle…

Onur Çalı

Sincan İstasyonu’nun 16. sayısında (Aralık 2008) yer alan yazının tamamıdır.