İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir..
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık,
Memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar
Göğsümü gere gere;
“Ver Lefter’e yaz deftere”
İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir..Bedri Rahmi Eyüboğlu
Kosta Negroponti kimdir, bilir misiniz?
Peki ya Yunanistan’ın ünlü takımlarından AEK’in açılımını ve ne anlama geldiğini?
Bedri Rahmi’den de başladığımız üzere, bugün bir stadyum hikayesi var yazıya dökülmeyi bekleyen. Bir stadyum hikayesinde gizli çok uluslu bir trajedidir aslında bekleyen.
İstanbul’a gidelim önce, yaklaşık 100 yıl öncesine. Dünya cümbür cemaat bir felakete sürüklenirken, hemen tüm gezginlerin dünyanın en güzel şehri dediği İstanbul’da spor faaliyetlerinin yeni başladığı yıllar. Baskıcı rejimden gizlenen Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş hayata tutunmaya çalışırken, onlardan çok da farklı koşullarda olmayan ve İstanbul Ligi’nde yer alan Pera, Hermes, Tataoulon, Makabi gibi tarih kitaplarının azınlık dediği basbayağı “bizim çocuklar”ın takımlarının süslediği İstanbul. Daha nüfusu milyonlarla ölçülmeye başlanmamış bir İstanbul! Elimde olsa, içinde yaşamak için ömrümün bant kaydını 150 yıl geri sarmayı göze alacağım bir İstanbul!
Eh, tabii ki oyuncu transferlerinde şimdilerin milyon avrolarının yerinde o günlerde, çoğunlukla, iki çift ayakkabı veya altı kaleci kazağı geçerli ticari birim! Dolayısıyla bir ay Hermes’te oynayan Apostol Nikolaydi, ondan sonraki yedi ay Fenerbahçe’de oynayıp sonra da Tatoulon’a geçip sporculuk hayatını sürdürebilmekte!
Takımlar, bir yandan mensup oldukları cemaatleri temsil ederken, öte yandan da çok sevimli bir rekabet sürdürmekteler. Galatasaray’ın kurucularından Bülent Emin, Galatasaray’ın Pera’yı 3-0 yendiği bir maçtan sadece yarım saat sonra bu kez Union formasıyla Neon Tatavra maçında dört gol atıyor mesela!
Ama bu güzel hikaye, dünyanın hâlen sonuçlarından arınamadığı ve çilesini çektiği Birinci Dünya Savaşı ile sonlanıyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu takımların çoğu kapısına kilit vuruyor, vurmayanlar da özellikle 1918 sonrası İstanbul’u işgal eden İngiliz kuvvetlerinin küçümseme ve horgörüsüne maruz kalıyorlar. Özellikle Musevi, Ermeni ve Rum cemaatinin takımları birer birer veda ediyor ana vatanlarına! Klasik bir savaş ve onun soğuk yüzü hikayesi aslında.
Ama bu gidemeyişi durdurmak için bir şeyler yapmaya çalışanlar da var! Hermes’in futbolcusu ve başkanı Kosta Negroponti, 1908 yılında İstanbul’dan Atina’ya göç edip çok etkilendiği –İstanbul’un Anadolu yakasındaki pek çok takımın birleşmesi sonucu kurulan– Fenerbahçe sayesinde Panathinaikos’u (Türkçe’ye çevirirsek kabaca “Atinalılar Birliği” anlamına gelir) kuran Apostol Nikolaydi ile mektuplaşıyor. Apostol ona sakın gelme buralara, halkın gözünde göçmeniz, bizden nefret ediyorlar diyor ve Kosta, Hermes ile yola devam etmeye karar veriyor İstanbul’da.
Takvim yaprakları 1923’ü gösteriyor artık. Birinci Dünya Savaşı bitmiş, üstüne Kosta’nın topraklarında bir Türk–Yunan savaşı da yaşanmış ve nüfus değişiminden bahsetmeye başlamış birileri! Çok sevdiği İstanbul’unu, çok sevdiği Hermes’ini bırakıp Atina’nın varoşlarına gitmek zorunda kalmış Kosta. Gittikleri ve yerleştikleri mahalleye Nea Chalkidona demişler; diğer bir deyişle Yeni Üsküdar…
Kafa kafaya vermişler ve İstanbul’da kurduğumuz gibi bir kulüp kuralım demişler. Vermişler vermesine de adına karar verememişler. Konstantin Spanudi, Hermes ismiyle devam edelim demiş, Kosta onaylamamış zira aklına güzel anılar getirmiyormuş Hermes. Birileri, bir şeyler onu çok sevdiği Hermes’inden soğutmuş.
Düşünüp taşınmışlar ve 13 Mart 1924’te, Athlitiki Enosis Konstantinopouleos adını vermişler kurdukları takıma. Renklerini de sarı-siyah seçmişler. Sarı renk güneşi, geleceği ve umudu; siyah renk ise karanlığı, geçmişi ve tehciri temsil edecek demişler. Kulüp amblemini de tıpkı Hermes’in amblemi gibi “Çift başlı Bizans kartalı” olarak benimsemişler. Kulübün ilk gol kralı unvanını da Kosta Negroponti almış 1930 yılında başlayan Yunan Ligi’nde.
Bu arada, Athlitiki Enosis Konstantinopouleos, yani kısaca AEK, ne mi demek? İstanbul Spor Birliği… Yani, bir İstanbul takımının İstanbul’dan kilometrelerce uzakta varlığını sürdürdüğü gibi bir gerçek var karşımızda. Çok acı değil mi?
Bir bakalım Tan Morgül neler demiş AEK ile ilgili olarak:
İstanbul deyince aklımıza o kadar çok şey geliyor ki, hele son yüz yıllık tarihi içersinde. Lakin kanımız ne kadar ısınabilir birbirimize. Hele bütün komşularımızı uzak diyarlara gönderince, orası şüpheli. Gerilecek göğsümüz mü kaldı şair; “Ver Lefter’e yazsın deftere” derken… Ve insan düşünmeden edemiyor, acaba Lefter ne yazdı elindeki deftere “Mübadele, Varlık Vergisi, 20 kur’a askerlik, 6-7 Eylül Olayları”nda ve daha sonrasında… AEK’i kuranlar Galatasaraylıydı, Fenerliydi, Peralıydı, Vefalıydı, Hermesliydi… Ama işte, bizim rengimiz soldu, Atina’ya başka bir renk oldu. “Yalnız İstanbulluların” renkleri hiç değişmedi. Ne İstanbul’da ne Atina’da. Evet, AEK’in renkleri de sarı-siyah, İstanbulspor’un da olduğu gibi. Tesadüf mü, hiç zennetmiyorum. Özellikle de bu kader ortağı iki takımın kuruluş yılları arasında sadece bir yıl varken!
85. kuruluş yıldönümün kutlu olsun AEK!
Kurulmak zorunda kaldığın için çok üzülsek de,
Atina’daki rakipleriniz Olympiakos ve Panathinaikos taraftarları sizi “hanumakia” diye, “tourkakia” diye aşağıladığında bizzat kendi tarihlerine kapkara bir çizik attıklarını bilmeseler de,
Çift başlı kartalını şimdilerde sadece yerel rakiplerine karşı uçarken görebilsek de,
Bu kadar “Kara Eylül” geçmesine rağmen hâla geri dönmediysen de,
Kendi şehrinde değil, bambaşka bir şehirde o şehri temsil ettiğin için,
İmbatları utandırdığın ve bize karşı bizi temsil ettiğin için,
85. kuruluş yıldönümün kutlu olsun AEK!
Ve evet, Mas Leipete Poli!
Sizi çok özledik!
Özgür Çeltikçi