0000000719153-1

Hayatta gölgede kalmış ne kadar da çok şey var…

“Gölgede Kalanlar” fark edilmeyen, isimsiz yaşantıların derin çalkantıları. Hayatın içinde kaybolup gidenlerin sessiz yardım çığlığı. Onlar aslında her yerdeler. Bitişiğimizdeki kapının arkasında, her gün önünden geçtiğimiz dükkânda, otobüs durağında, sokakta… Hiç bilmeden, durup düşünmeden geçip gidiyoruz önlerinden. Oysa hepsi birer öykü taşıyor içinde. Suzan Bilgen Özgün de bu kapıyı aralıyor ve onların gölgede kalmış hayatlarına dokunuyor. Onların ağzından kendi dünyalarını, umutlarını, hayal kırıklıklarını, acılarını, sevinçlerini, utançlarını, sırlarını anlatıyor. Dert ortağı ediyor bizi düşlerine. Üstelik bunu öyle yalın bir dille, öyle özenli ve bir yandan da abartısız bir anlatımla yapıyor ki, bir de bakmışsınız siz farkında bile olmadan elinizden tutmuş kendi aralarına almışlar sizi…

Karakterlerin derinliği, alt öyküleri ve önemsedikleri şeyler birkaç sözcükle dillenip uzun bir romana dönüşüyor okurun aklında. Psikolojik durumları şekilleniyor, öykü kişileri ete kemiğe bürünüyor. Kuşkusuz bunda Suzan Bilgen Özgün’ün akademik geçmişinin katkısı büyük. Bakan, inceleyen ve derine inen yaklaşımı, öykülerinin de alt yapısını incelikle kurmasına, her taşı bir diğerinin üzerine özenerek koymasına yol açıyor. Sonuç olarak ortaya dantel gibi işlenmiş karakterler, mekânlar ve gerçek öyküler çıkıyor.

Kitabın kapak fotoğrafı da en az adı kadar ilgi çekici. Yalnızlığı, yalnızlığın ortasında kayboluşu ve uçsuz bucaksız dünyada bir başınalığı tarifliyor.

Kitap dokuz öyküden oluşuyor ve öykülerin hepsi 1. tekil şahıs anlatımına sahip. Kadın, erkek ya da çocuk, hepsi de isimsiz bu insanların ağzından anlatılan bütün öyküler bireysel acıları yansıttığı için bu dil bütünlüğü kitabın genel havasına uygun. Üstelik “şimdiki zaman” gibi zor bir yol seçmiş anlatımında. Ancak bu zamanın tuzaklarına hiç düşmemiş. Anlatımı dinamik ve öyküye mesafesini koruyabilmiş.

Dilinin samimiyetindeki en önemli etkenlerden biri de diyaloglarındaki başarı. Öykü kahramanları edebi bir dille değil, hayatın içinden gerçek insanlar gibi konuşuyorlar ve bizi öykünün içine çekiveriyorlar.

İlk öykü “Babasız”, babasızlığının acısıyla baş etmeye çalışan bir delikanlının haykırışı. Okurken onu çerçeveci dükkanının duvarında asılı duran “ağlayan güzel çocuk” resmiyle özdeşleştiriyoruz. Ve acısını şu cümlelerle özetliyor belki de: “…unuturdum bir süre varlığını, sanki öyle biri hiç olmamış gibi hayatımızda. Sonra başka çocukların babalarında anımsardım bölük pörçük…”

“Tutunuş” yaralı bir kadının hayata son bir çabayla dokunmaya çalışmasının öyküsü. Her şeye rağmen hayatın içinde olmak ve güzel bir şeyler yaşamak için uğraşıyor. Üstelik bunu yalnızca yazarak yapmak bile ona yetecek. Küçücük bir umut onu yaşatacak. Şöyle diyor kendine cesaret vermek için: “Hem ona yazmayı düşlediğim daha o kadar çok şey var ki…”

Gencecik bir kızın ağzından dinlediğimiz “Deden Duymasın” dokunaklı bir öykü. Yaşanan ortak bir acının bir ailede dede ile torun arasında yarattığı gerilimi ve gerçeklerle yüzleşmenin güçlüğünü anlatıyor bize. Suzan Bilgen Özgün’ün öykülerinde ölüm bir trajedi değil, yaşamın kaçınılmaz bir parçası. Karakterlerin çoğu hayatlarının bir döneminde ölümle karşılaşıyorlar ve onunla başa çıkmayı öğreniyorlar. Öykülerin gerçekliği de işte bu doğal yaklaşımdan doğuyor. Her şey gerçek hayattaki gibi yaşanıyor. Öykülere büyük ve trajik anlamlar yükleme kaygısı yok yazarın. Hayatı öykülerine olduğu gibi katıyor ve dürüstçe harmanlıyor.

“Uçurtma” askerliğini yapan bir delikanlıyı anlatıyor. Bir yandan savaşın acımasızlığıyla yüzleşiyor bir yandan da aşkın henüz acemi olduğu yollarında düşe kalka yürümeye çalışıyor. O umutları, hayalleri olan ama hayatın dar kalıpları içine sıkışıp bunları aşamayan bir genç aslında.

Bir kadının ölümle ve doğumla yüzleşmesini anlatan “Kırmızı Balık”, insanın hayat karşısındaki çaresizliğine vurgu yapıyor. Korumak, yanımızda tutmak isterken elimizden kayıp giden ne çok şey olduğunu hatırlatıyor bize. “Koruyamadım, koruyamadık sizi…” derken hem bugüne hem de geçmişte yaşanan haksız acılara gönderme yapıyor yazar.

“Güllü’nün Dileği” sosyal adaletsizliği merkezinde tutan bir öykü. Gölgede kalmış hayatlara bir vurgu.

Krizin ve işsizliğin yok ettiği hayatlardan birini anlatan “Yıldönümü”, çevremizde örneklerine sıkça rastladığımız ama belki de gerçekte neler yaşadıklarını bilmediğimiz insanlardan birini tanıştırıyor bize. Onların psikolojisini, hem çevreyle hem de kendileriyle giriştikleri o sonuç vermeyen savaşı incelikli bir dille betimliyor.

“Kayıp” birbirini kaybeden iki insanın öyküsü. Aşkın dolambaçlı yollarında kaybolup, birbirlerini yitirenlere bir atıf. Ve kendimize sormayı unuttuğumuz bir soruyu hatırlatıyor bize: “Mutlu musun?”

“Lokum” bu kitabın son öyküsü ve bir anlamda anlatılanların hepsine bir son nokta koyuyor. Yalnızlık bir yakarış olmaktan çıkıyor ve kanıksanmış, yaşanan, gerçek bir olguya dönüşüyor bu öyküde. Kedisi can yoldaşı olan yaşlı bir kadının ağzından, hayatı, edebiyatı ve insanlarla ilişkilerini nasıl nitelendirdiğini dinliyoruz. Dinlemek istersek herkesin bir hikâyesi olduğunu söylüyor bize. Aynı bu kitapta olduğu gibi…

Gamze Güller