Behçet Çelik, 4 Nisan 2012 tarihinde Türk Hukuk Kurumunun davetlisi olarak Ankara’ya gelmiş, güzel bir söyleşi gerçekleşmişti. Ses kayıtlarını büyük emek vererek deşifre eden Necla Antep Aytuna’nın katkılarıyla söyleşiyi size sunuyoruz. Söyleşi, orjinal olarak yüzyüze sohbet şeklinde gerçeklemişti ve sorular-yanıtlar o bağlamda daha da anlamlıydı ancak yazılı şekli de Behçet Çelik öykücülüğüne dair önemli noktalar içerdiği için önemli. Bu şekliyle de yayımlanmasına razı olan Behçet Çelik’e, ev sahipliği yapan Türk Hukuk Kurumu’na, söyleşiyi gerçekleştiren Berna Özpınar’a, deşifreyi yapan Necla Antep Aytuna’ya, ses kaydını yapan Murat Darılmaz’a teşekkürler…

image18

BERNA ÖZPINAR: Sayın Behçet Çelik’e davetimizi kabul ettiği, aramızda olduğu için öncelikle çok teşekkür ediyorum. Burada bulunan konuklarımız, okurlarınız, kitaplarınızın kapağında yazan özgeçmişinizi zaten biliyorlar, bu sebeple de sorular kitaptan değil! Bu söyleşiye hazırlanırken hem okurlarınızdan hem de burada bulunan arkadaşlarımızdan şöyle bir uyarı geldi: “Behçet bey pek konuşkan değildir”. Bu sebeple sizi köşeye sıkıştırmayacağım ama sorularım biraz çok sayıda olacak…

BEHÇET ÇELİK: Zor olmazsa yanıtlarım. (Gülüşmeler)

Türk Hukuk Kurumu’nda yaptığımız “Barış, Özgürlük ve Edebiyat” temalı bu söyleşimizde her türlü savunmayı kabul ediyoruz ve her şey delildir. Çocukluğunuzu, çocukluk gençlik arası döneminizi merak ediyorum. Aslında belli bir dönemi de temsil ediyorsunuz, belli sorunları da yazdıklarınızda dile getiriyorsunuz. Bunun temelindeki çocukluk döneminizi, ne okuduğunuzu nasıl bir çocuk olduğunuzu, neden hukuk okuduğunuzu sormak istiyorum.

İlk önce davetiniz için çok teşekkür ederim. Hukukçu anne babanın çocuğuyum; Hukuk Kurumunun davetlisi olduğuma göre bunu belirtmemde bir sakınca yok. İkisi de avukat ve kitap okunan bir evde büyüdüm. Kitap konusunda her zaman destek gördüm, özendirilmeme de pek gerek kalmadı. Üniversitede ne okuyacağımı düşündüğüm yıllarda mühendislik popülerdi ve lise ikiye giderken kafamda yaptığım sıralamada en üstte mühendislik bölümleri vardı, modaya uygun bir şekilde. Lise ikiden üçe geçtiğim yaz, bir an, hani hikâyelerde aydınlanma ânı olur ya, hakikaten öyle oldu, sıkıntılı bir akşamüzeri, ne olacağım diye düşünürken… Mühendislik bölümlerini kazanabilmek için ağırlık vermem gereken derslere göre dershaneye falan kayıt olmuştum, ama kesin bir karar vermemişim demek, o akşamüzeri babamı düşündüm, onun gündelik hayatını. Sabahları duruşmasına giriyor müvekkilleriyle görüşüyor, öğleden sonra genellikle yazıhanesinde oturup gazetesini kitabını okuyor. Bu bana cazip geldi, ben de öğleden sonraları bir şeyler okurum, yazarım, diye düşündüm. O günlerde dergilere öykü göndermeye başlamıştım ve bir şekilde hayatımda edebiyata yer vermek istediğimin farkındaydım. O gün karar verdim; ben hukuk yazacağım, avukat olacağım, babamın işini de devam ettireceğim, dedim. Bunun faydası da oldu lise üçü çok rahat geçirdim, üniversite sınavına yoğun hazırlanmam gerekmedi. Üniversitede de rahattım, fakat son sene babamın yanına dönmekten vazgeçtim ve İstanbul’da kalmaya karar verdim. Ancak İstanbul’da serbest avukatlık, o benim kendime 17 yaşındayken çizdiğim şey olmadı, insanın bütün gününü hatta gecesini de işgal eden bir faaliyet, bildiğiniz gibi. Edebiyatla ilişkimi sürdüreceğim kararıma mümkün olduğunca sadık kalmaya çalıştım ama.

Tekrar çocukluğa dönersek; okumayı seviyordum ben de bir şeyler yazsam dedim, orta sondaydım galiba öğretmenler ödev vermediği halde kendi kendime, kendim için öyküler yazmaya başladım. Bunun baş müsebbibi Sait Faik’tir, bir de Orhan Kemal’dir. İlk başlarda hep şiir yazılır; ben öykü yazdım, bu iki yazarın etkisiyle. Lise sondayken Varlık dergisine bir öykü gönderdim, yanıt geldi. Düşünün 17 yaşındasın ve Varlık dergisinden yanıt geliyor: “Tek öykü değerlendirmiyoruz en az beş öykü olmalı ki biz sizin öykü anlayışınızı bilelim ve buna göre yayınlayıp yayınlamayacağımıza karar verelim,” deniyor. Benimse elimde dört öykü vardı o sırada; hemen bir beşinci öykü yazıp yolladım. Birkaç ay içerisinde dergiden yanıt geldi, tam o günlerde de üniversiteyi kazandım. Şunu iyi hatırlıyorum, Ekim ayında Beyazıt’ta Hukuk Fakültesinde derse bir Pazartesi günü başlamışsak, iki gün sonra Çarşamba günü ben Varlık dergisinin kapısını çaldım. Ben şuyum dedim, hatırladılar ve sonradan yazdığım o beşinci öykü birkaç ay sonra yayınlandı.

Son öykü yayınlandı.

Evet, o tercih edildi. Öykümün yayınlanmış olması çok önemli bir şeydi, daha İstanbul’a gittiğim dördüncü beşinci ayında ülkenin en köklü dergisinde öykümün yayınlanması büyük bir motivasyon oldu. Bunun değerini sonraları şöyle gördüm: Üniversite yıllarında edebiyata meraklı, yazan, üreten arkadaşlarım bir yerlere öykülerini, şiirlerini gönderirlerdi. Yazdıkları şeyler yayınlanamadığı gibi, bir yanıt da alamadıkça kırılıp edebiyattan uzak durmaya başlarlardı. Ben en azından onu yaşamadım. Aslında bu bir şanstı; ben iyi bir yazardım, iyi bir öykü yollamıştım da bu yüzden yayınlandı, denemez. Babam Varlık’ı takip etmiyor olsaydı, evde Varlık’ın sayfalarını karıştırırken “her sayı yeni bir öykücü” köşesi olduğunu görmeseydim oraya öykü göndermezdim. Çok farklı gelişebilirdi her şey. Kırılıp küsenlerden olabilirdim rahatlıkla. Az konuşuyor muyum? Çok az konuşmuyorum herhalde? (Gülüşmeler)

Yayınlanan bu ilk öykünüzde memleketinizden çok hava var. Karakter memleketin kebabını yiyen, molalarda onu çağrıştıran, karşılaştığı kimselerle… Avukat mı, görevi mi yapıyor?

Yok orda meslekle ilgili değil…

Sanki o yere bir iş için giden avukat mı diye düşündürdü bana.

Düşündürebilir ama onu yazdığımda daha Hukuk Fakültesine adım atmış değildim. Daha çok hissi olarak rahatsızlığını duyduğum bir şey vardı Adana’da, günlük hayattaki milliyetçilik, o tepkisellikle yazılmış bir öyküydü. Öykünün hikâyesi odur. Büyük bir olasılıkla Adana dışında okuyacağım belli. Şehirde dolaşırken otogarın havasında bana cazip gelen bir şeyler vardı. Tüm bunlarla oluşan kurgulanmış bir öyküydü.

Mesleği sürdürdünüz. Konu başlığı seçiminizdeki “Barış, Edebiyat, Özgürlük” sizi kavramsal olarak da ilgilendiren konular. Biraz da buraya girelim mi?

Bu konuda bir metin hazırlığım vardı, daha doğrusu kafamda bir şeyler, aldığım notlar vardı. Sizinle yazıştığımızda bir konu olsun, konu da hukuka bir şekilde değsin, denilince “Barış ve Edebiyat” başlığını seçtim. Daha önce “Hukuk ve Edebiyat” diye bir yazı yazmıştım ama onun dışında hukuk teorisine çok kafa yormadım. Avukatlık yaparken bir yandan da yazmaya çalışınca insanın sınırlı bir zamanı oluyor. Ben de meslekten biraz uzak durmayı yeğliyorum, yani meslek benim mesaimi alsın ama ben üzerine bir de teorisi ile uğraşmayayım, diyorum.

Edebiyat ve Hukuku bir arada anmayı da aslında sevmiyorum. Bana şu söyleniyor kimi zaman: “Aaa ne güzel bir sürü hikâyeye tanık oluyorsundur, adliyelerde, gelen müvekkillerinden…” Şunu söyleyeyim, yazdığım öykü ve romanlarda, meslek hayatımda tanık olduğum sadece bir ya da iki sahne öykülerime girmiştir. Ben bundan bilhassa kaçındım. Bu biraz işin kolayına kaçmak gibi… Birisi size gelip hikâyesini anlatıyor siz bunu kurguda kullanmanız işin kolayına kaçmak gibi geliyor; kaldı ki meslek etiği açısından da bana doğru gelmiyor, bana sır olarak verilmiş bir şeyi anlatmak, kurmaca bir metnin içerisinde olsa dahi. Ama hakkını yemeyeyim serbest avukatlık çok farklı sosyal kesimlerle temas gerektiren bir meslek. Hukukçuluk ister istemez memlekette ne olup bittiği hakkında ortalamanın biraz üzerinde akıl yürütecek kadar bilgi edinmenizi gerektiriyor ve sağlıyor. Bunlar bir metni kurgularken değilse bile, dünya görüşü ve edebiyat görüşü oluşurken olumlu katkıları olan şeyler.

Bugün konu olarak seçtiğimiz “Barış Edebiyat Eşitlik” aklıma şuradan geldi, bir soruşturmada bana sorulmuştu: “Barışın penceresi nereye bakar?” diye böyle metaforik sorular vardır ya… Bunu düşünürken ben eşitliğe baktığını düşündüm. Hep bir Altın Çağ’dan söz edilir ya, sonrasında bu bir şekilde bozulmuştur. Spekülatif ve kurgusal da olsa o altın çağın bozulmasının birilerinin kendini diğerlerinden eşit görmemesiyle başladığını düşünüyorum. Tersinden bir akıl yürütmeyle de barışı getirecek zeminin eşitlik olduğunu düşünüyorum. Ben sizinle eşit olduğumu kabul etmediğim sürece barışamam. Ben kendimi sizden üstün görüyorsam, size mutlaka bir şekilde hükmetmeye çalışan zihinsel bir kavrayışla yaklaşırım, beraber yapacağımız her şeye.

Türk Hukuk Kurumunun davetine bu fikirden yola çıkarak hazırladığım bir metinle geldim. Bu metni arzu ederseniz okuyabilirim.

O metinden biraz okur musunuz? Neden, çünkü oradaki başlıklarla edebiyatınızı biraz da hukuk penceresinde görmeyi belki başarırız, nasıl isterseniz.

İsterseniz çok kısa bir özetini yapayım.

Yararlı olur.

Konusu nerden çıktı az önce anlattım. Bir grup insan kendini ayrı bir topluluk olarak tanımlayınca ve kendilerine ait olduğunu düşündükleri alanı genişletmeye kalkışınca ilk savaşlar o zaman başlamış gibi geliyor bana. Dolayısıyla bir grup insanın başkalarıyla kendisini bir ve eşit görmemesinin savaşlarla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde savaş konuşulduğunda tuhaf ikircikli bir durum var, kimse doğrudan ben savaştan yanayım demez. Sözel düzeyde hepimiz barış yanlısıyızdır. Giderek ben şunu gözlemliyorum: Savaş çıkacaksa bu kaçınılmazdır, denilerek insanların hayatlarının sonlanmasını gerektirecek savaşların yaşanacağından, hatta yaşanması gerektiğinden çok daha rahat söz ediliyor günümüzde. Oysa sözel düzeyde kavramsal ve kategorik olarak savaşa karşı daha net bir çıkış olsa bence bu gibi sözler bu denli rahat söylenemez. Edebiyat bağlamında barış konusuna gelince; birkaç nedenle barışa giden yolda edebiyatın katkıları olabilir. Edebiyatın bir amacı var mıdır diye sıkça sorulur. Buna, kendi metni içinde kalmak dışında hiç bir amacı yoktur, diye yanıt verenler de var; edebi bir metni ajitasyon, bir bildiri, belli bir amacın bayrağı olmakla koşullandıran görüşler de. Tüm bunların yanında ben edebiyatın örtüleri sıyırmak gibi amacı olduğuna inanıyorum. Bu örtüler çeşit çeşittir. Kendimize söylediğimiz yalanlara vesile olan perdeleri sıyırmak da olabilir, toplumsal yalanların perdeleri de… Hatta bugünlerde daha sıkça rastladığımız metinlerarası bir kurguya dayanan postmodern metinlerde bile aslında bizim yerleşik dil ve zihniyet kavraşımızın bir perdesi sıyrılıyor, başka bir şekilde de bu konulara bakabileceğimiz hakkında yeni fikirler ediniyoruz. Bu noktadan bakınca da edebiyatın savaş ve barışla ilgili kimi noktalardaki kimi örtüleri sıyıracağını düşünüyorum. Bu da en temelde nedir? Savaşlarla ilgi okuduklarımız çok zaman genel istatistiki bir bilgidir. Fakat savaşların açtığı ruhsal yaralar çok ifade edilmez; oysa iki büyük savaş zamanında ve sonrasında yazılan büyük edebiyat eserlerine baktığımızda, bir benlik erozyonunun çok öne çıktığını gözlemleriz.

Savaş sadece savaşın olduğu yerde sürmüyor, daha geniş bir coğrafyada, cephenin gerisinde de insanlarda güvensizlik yaratıyor. Savaş sonrası kuşağın yazarlarında vardır. Savaş gelip geçmiştir, bitmiştir, artık sıcak çatışma devam etmiyordur, ama savaş yıllarında büyümüş çocukların gençlikleri, yetişkinlikleri benliklerine açılmış onulmaz büyük yaralarla doludur ve bunların hikâyeleri sıkça anlatılır. Edebiyatın, savaşın açtığı ruhsal acıları göstermek gibi bir imkânı var ama bundan öte edebiyatın insan hayatını kutsadığını düşünüyorum. Savaş nedir? Savaş insan öldürmenin meşru sayılan yollarından birisi. Ceza kanunlarında artık ölüm cezası yok, meşru müdafaayı çok istisna bir durum olarak aldığımızda, insan öldürmenin meşru görüldüğü tek alan savaşlar. Edebiyatsa herhangi bir insanın hayatından küçük bir ânı alıp bize getirip sunar. Edebiyatçı bunu pek çok amaçla yapar, ama öte yandan bunu yaparken bir yandan da insan hayatını kutsar. Ben bu hayatı anlatmaya değer buldum dediğinde aslında insan hayatının ne denli kutsal ve üzerinde titrenilmesi gereken bir olgu olduğunun altını çiziyordur. Bu nedenle de edebiyat bize bu anlamda barış bilinci, başka bir deyişle savaş karşıtı ve insan hayatının kutsallığına dair bir bilinç kazandırır. Bir romanı okuruz ve başka bir insanı kendimiz gibi hissederiz. Bu bir yanıyla bizim empati duygumuzu geliştirir, aynı zamanda bu bizi onunla eşit de gösteren bir şeydir. Birdenbire o olabildiğimize göre, bizim orda değil burada olmamızın sadece bir rastlantı olduğunu idrak ederiz. Başta dediğim gibi barışın ön koşulu olarak gördüğümüz eşitliğin bizde içselleşmesinde edebiyatın çok büyük katkısı vardır. İyi bir edebiyat okurunun kolay kolay, belli bir grup insanın başka bir gruptan daha üstün olduğu şeklindeki bir zihniyet yapısına ulaşmayacağını düşünüyorum. Edebiyat en azından bizi bundan korur. Kendi yaptığım işi, edebiyatı ülküleştiriyor da olabilirim; ama yine de dışardan baktığım zaman bile pek çok faaliyetin yanında edebiyatın bu işi yapmaya daha çok imkân taşıdığını görüyorum. Özetlediğim metin bu çerçevedeydi. Daha da özetlersem: Barış ve eşitlik arasında bir ilişki var ve edebiyatı tam da bu köprüyü oluşturmak için insanlık kültürünün bize bugünlere kadar getirdiği çok önemli bir araç olarak görüyorum.

Bir şey sormak istiyorum. Temalarınız. Temalarınızda düzenli tekrar var, yani onlarda samimisiniz ve sahipleniyorsunuz. Dostluk, arkadaşlık, karşılaşma… Erkek karakterlerinizde, her bir karaktere tek tek girerek, hayatla yaşadığımız bağın olmadığı, o kopukluğu gösteren ortak bir taraf var, konuşamamak. Bunların size akran yaşlarda kişiler olması vs. sanki otobiyografik öğeler de çokça içeriyor düşüncesine yer yer kapılıyorum. Israrcısınız, bilinçli olarak ben bunu yazacağım değildir belki bu, ama tüm bunlar size nasıl yazdırıyor ve tekrarlattırıyor?

Arkadaşlık önemsediğim bir duygudur. Fakat o gençlik arkadaşlıklarımızdaki paylaşmayı daha sonraki hayatımızda, bir meslek sahibi olarak katıldığımız toplumsal hayatta yaşayamıyoruz açıkçası. Bu yoksunluk beni bu konuda yazmaya yönlendirmiştir. O eksikliğini duyduğumuz şeyler konusunda yazmakta ısrarcıyım, belki kendimi tekrar ediyorum, sıkıcı da olabiliyorumdur. Öte yandan bitmiş arkadaşlıklardaki hüzün de bana anlatılmaya değer geliyor. Yıllar sonra yaşanan karşılaşmalarda bana pırıltı gelen bir şey, anlatılıcak bir şey varmış gibi geliyor. Benim de yakın arkadaşlıklarım oldu, fiziksel engeller dışında çok büyük kavgalar da yaşamadım. Şu da var: Birileriyle, arkadaşlarımla birlikte bir şeyler yapma, başkalarının yanında kendini eşit ve anlamlı hissetmenin ruhsal huzurunu bugün yapıp ettiğim şeylerde, mesleki faaliyette diyelim ki bir baro çalışmasında ya da siyasi bir birliktelikte bulamıyorum. Bunun benzeri kadın erkek ilişkisinde de görülebiliyor. Yazdığım son romanda da bir zamanlar çok yakın olmuş insanların ilişkisinin tavsaması var. Orda şöyle bir imkân görüyorum: Evliliği ya da uzun sürmüş ilişkileri irdelemekten çok, o yapı içerisinde insanın kendi içine dönüp kendisiyle ilgili şeyler bulup bulamayacağının derdindeyim. Bizim toplumsal konumlarımız, dokuz-beş mesai ve onun çevresinde gelişen yaşam örgüsü bizi en çok kendimizden uzaklaştırıyor. Biz çok daha yaratıcı, daha eğlenceli, çok daha özgür ve eşit hissedebileceğimiz bir hayat sürdürebilecekken sınırlı kimlikler içinde sınırlı şeyler yaşıyoruz. Bunun acısı ve sıkıntısında beni yazmaya iten bir güç oluyor. O yüzden bu tip öyküler yazıyorum.

Seneca bir sözünde der ki, bir insan etki altında kalmadan hurma ağaçlarının yanından bile geçemez. Şüphesiz bu yapılar, etkiler yaşamın her alanında hissediliyor. Örneğin seksenli yıllarda ilk gençliği yaşayan nesil için ne kendini ne toplumu kurtarmak yaşamda öncelikli değildir ve devamında kararsızlığın getirdiği bir karamsarlık ve atalet ağır basar. Oysa bir sonraki nesil, ben Amerikan zekâsı diyorum kesinlikle olumsuz manada, iş bitirici, kurnaz ve ben merkezli olunduğu dikkatimi çekiyor. Sonra bu gözlemimle son dönem Türk öykücülerimize baktığımda, kendi gözlemim tamamen kişisel ama katılan arkadaşlarım olacaktır diye düşünüyorum, seksenlerden gelen kuşağın buhranı, sıkıntıyı zamanı durdurmuş gibi bir algıyla çıkışsız olan aynı yollara taşıdığını görüyorum. Bir tarihçi değilim, zamanı nerde başlar söyleyemem ama yukarıda belirttiğim Amerikan zekâsının yükseldiği, çok kanallı televizyonların başladığı dönem ve sonrasında ise “ben”in öne çıktığını, karakterlerin çıkış bulduğunu, saplanıp kalmadığını düşünüyorum. Sizin yazdıklarınızda ne toplumu ne beni koruma var, ama peki zamanı dondurma çabanız var mı? İçinde yaşadığınız toplumsal yapının sizde ve eserlerinizdeki gördüğünüz ya da göstermek istediğiniz izleri nelerdir?

Birkaç kitaptır ben daha derinine gitmek istiyorum. O hızlı akışı belki dediğiniz anlamda durdurup bulunduğum anda geçmişi didiklemekten çok, bunu başarıp başaramadığımı bilmiyorum, ama geçmişten ve gelecekten olabildiğince kopup şimdide bir derinlik sağlamak arzusundayım.

Günümüz öykücülüğüne baktığımda hoşuma giden yan, çok farklı anlayışlarda farklı öyküler yazılıyor ve eski dönemlere göre çok büyük polemikler yaşanmıyor ama alttan alta bir etkileşim seziyorum. Örneğin ben daha klasiğe yakın öyküler yazıyorum, metinlerarasılık gibi konulara çok fazla girmiyorum. Ancak bir öykü yazıyorum ve sonrasında şaşıyorum, bakıyorum ki, “Hayat bir metin mi, biz bir metni bozduğumuz gibi hayatı bozabilir miyiz?” gibi, postmodernizme yakın tarzlarda yazan yakın arkadaşlarımın soruları benim de kafamda yer yapmış. Onlarda da bazen önceki yapıtlarına göre klasik öyküye daha yakın yazdıklarını da görüyorum. Belki bu benim vehimim olabilir. Bizim kuşak ve bizden daha genç olanlarda şu da dikkatimi çekiyor ve hoşuma gidiyor: birbirimizi takip ediyoruz gibi geliyor, takip de etkileşimsiz değil gibi geliyor bana ya da bunu umut ettiğim için ben bunu görüyorum. Belki bu anlamda karamsar olsam belki başka şey söylerim bilmiyorum.

Biz söküğün dikildiği, eskinin yenilendiği, dostlulukların kurtarıldığı, kırıkların öyle kolayca atılıp yenisinin alınmadığı bir dönemi de temsil ediyoruz. Bu gibi bir şeylerin korunması klasik anlayışın bir tarafında var zaten. Bu etkileşime böyle bakıldığında, evet, bir bütünlülük var. Yine de son romanınızda ben klasikten bir sapmaya yöneldiğiniz fikrindeyim, son sayfaya kadar acaba ne yapacağın peşindeki okuyucu sabırla bekletiyorsunuz.

Klasiği nasıl tanımladığınızı ya da sizin sapmayla neyi gördüğünüzü bilemiyorum; ama insan bir şekilde anlatma imkânlarını zenginleştirmek istiyor. Klasiğe yakın bir tarzım var derken bile…

Öyküyü öyle tanımladığınız için sordum.

Klasik öyküye göre daha eksiltmeci bir tarzı severim, her şeyin söylenmediği her okuyanın bir parça farklı, bazı nüanslarda çok farklı çağrışımlarla farklı yerlere gidebileceği öyküler yazmaya çalışırım. Romanda da, haklısınız, düz bir anlatımı biraz kıran bir tarza gittim, gitmeye çalıştım zaman zaman. Anlatıcı üçüncü tekil kişi ama birinci tekile çok yaklaşıyor, zaman geçmiş zaman, ama arada şimdiki zaman kipiyle anlatıyor anlatıcı. Şimdiki zamanla geçmiş zamanın çok rahat birbirine geçtiği, kaydığı bir dil kullanmak istedim. Yine de özünde öykü ve romanlarımdan kullandığım anlatım tekniğini klasik buluyorum.

Bazı yazarlar şiirsel bir dille öyküler kaleme alıyorlar ve metinlerinde dili kırıyorlar. Sizce böyle bir edebi metnin tercüme edilmesi ne kadar mümkün? Böyle metinler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Edebiyat çevirmenleri bunun yanıtını bilebilirler, ama çok yetkin çevirmenler her iki dile de vâkıfsa, teorik olarak söylüyorum, o dildeki kırılmayı da diğer dilde de bir şekilde anlatabiliyorlar. Çok bununla ilgili değil ama hoşuma giden bir örnek var. Simultane çeviri yapan bir müvekkilim anlatmıştı. Bir konferansta konuşmacı İskoç aksanıyla konuşuyormuş, o da tercüme ederken Türkçeye hafif bir Laz vurgusuyla aktarmış. Bana çok sevimli ve çok cüretkâr gelmişti işittiğimde. Bazı imkânlar var, onları bilebiliyorsanız kullanırsınız. Temel düşüncem dille ilgisi olmayan öykü yazmaz. Ben bir öykü anlattığımda artık hayatın dışında kurgusal bir alandayımdır ve dil üzerinden dünyayı görüyor, anlıyorumdur. Burada dilin imkânlarını zorlamak çok farklı tekniklerle olabiliyor. Kendi adıma Türkçeyi şuradan şuraya taşıyacağım diye bir kaygı taşımıyorum. Ben daha çok derdimi daha iyi nasıl anlatırım sorusunun peşindeyim. Dilin, dildeki arayışların şöyle bir önemi var. Kimi öykülerde dilin ayrı bir mesajı, ayrı bir anlattığı şeyler olabiliyor. Olay örgüsü bize bir şey anlatır ama anlatıcının bunu daha kırık bir dille bize anlatması metnin ruhuna dair başka bir şeyleri yansıtır. Bence çağdaş edebiyatın en önemli özelliği bu. Dilin kendisinin de bize metnin mesajını, metnin aurasını, ruhunu veriyor olması. Bunu yapan yazarlara da büyük saygı duyuyorum, büyük bir maharet ve marifet olduğunu düşünüyorum. Bizde çok klasik bir şey vardır, iki üç öykü kitabından sonra röportajlarda “Romana sıra geldi mi?” diye sorulur, neyse ki artık bu konuda hepimiz hemfikiriz bu ikisi arasında bir bağ yok. Roman öykünün sonrası veya öykü romanın öncesi gibi geliyor ya, bana da bazen öykü şiire daha yakınmış gibi gelir. Bir kere çağrışıma dayanıyor, dayanabiliyor öykü. Düz yazı bir metne şiirsel dediğimizde daha duygusal daha imgelere dayanan bir anlatım akla gelir, halbuki bazı öyküler o kadar yalındır ve o yalınlık öyle bir çağrışım alanı ve imkanı sağlıyordur ki o nedenle şiire yaklaşıyordur. Ben de örneğin öykülerin dilinde ritmi önemserim yazarken, bir kez kendime yüksek sesle okurum, çoğu zaman bazı kelimelerin fazla olduğunu hissederim. Ya da bazı kelimeler cümlelere bir ritmi tamamlamak için de girebiliyor.

Edebiyat dergileri hakkındaki düşünceniz nedir?

Benden yaşça büyük bir edebiyatçı bana geçenlerde, “Bizim kuşağa yakınsın, dergicisin” gibi bir şeyler söyledi. Gerçekten öyle, Varlık’ın kapısını İstanbul’a gittiğimin üçüncü günü çaldım. Öğrencilik yıllarımda Genç Hukukçular diye bir dergi vardı, ona öykü vererek katkı da bulunuyordum. 1991– 93 arasında bir derginin yazı kurulunda yer aldım, bana çok katkısı olmuştur bu sürecin. Sırtımızda kâğıt taşıyarak matbaaya gidip matbaanın kokusunu tenefüs ederek, cebimizden harçlık koyarak dergiyi çıkarttık. O dergi, Yazılı Günler’di adı, 93’de kapandı, maddi imkânsızlıklar nedeniyle. 1992’de ben avukatlık ruhsatımı aldım, 93’de de avukatlığa başladım, uzunca süre yazmadım ve yayınlamadım. Bunun bir yanı edebiyat dergimizin kapanmasının yarattığı kırılmaydı; ama bir yandan da hayatımda değişiklik olmuş, öğrencilik ve stajyerlik dönemi bitmiş, büro açmışsınız, ekmek paranızı kazanacaksınız, o gün hiçbir işiniz olmasa bile okuyup yazamıyorsunuz, ertesi gün kiranın nasıl ödeneceği gibi sıkıntılar zihni sürekli meşgul ediyor. O dönem benim çok az yazdığım bir dönem oldu. Bu şöyle kırıldı: 1997’de Virgül çıkmaya başlamıştı, severek takip ediyordum. O sıra bir çeviri yapmıştım onu götürdüm Virgül’e, o sayede tanıştık. Dergicilikten gelmenin getirdiği bir şey vardır, dergi çıkarırken yazı yazmanız gerekir. Yazılı Günler’i hazırlarken Memduh Şevket Esendal, Osman Cemal gibi yazarlar üzerine yazılar yazmıştım. Bunu 1998’den sonra Virgül’de sürdürdüm. Virgül, kitap ve eleştiri dergisiydi, öykü yayınlamıyordu, ama edebiyatla yeniden –bir dergi üzerinden– ilişkilenmeye başlayınca öykü de yazmaya başladım yeniden. Virgül ile yolum kesişmeseydi, iki öykü kitabı çıkarmış, edebiyatla bağını koparmış, okur olarak edebiyatı sürdürmeye çalışan bir avukat olarak burda izleyici olacaktım… İkinci öykü kitabım 1996’da yayınlanmıştı, ama oradaki öyküler 1994 öncesi yazdığım öykülerdir. Dolayısıyla 6-7 yıllık bir boşluk var. Aslında bu boşlukta benim öykü anlayışımda değişiklik oldu, okuyorsun, tartıyorsun, yeni yazarlarla tanışıyorsun, benim için önemli bir boşluk o. Dedim ya, edebiyatla bağım gevşemişti ve kopabilirdi ve yine bir dergi vasıtasıyla döndüm. Dergileri hep önemsiyorum, eski etkinliği kalmamış bile olsa. Genç arkadaşlarıma her zaman yazdıklarını edebiyat dergilerine göndermelerini öneriyorum. Evet, internet çağında yazdıklarımızı yayınlamak için farklı mecralar var, ama edebiyat dergilerinin editoryal filtresi daha güvenilir geliyor bana. Edebiyat dergileri bizim edebiyatımızın dinamizmi gibi geliyor, etkinlikleri azalsa da, zaman zaman “nerde o eski dergiler” dedirtecek bir tekdüzelik hissetsek de edebiyat dergileri halen çok önemli. Başta dediğim gibi, “Sen dergici edebiyatçısın” sözünü büyük bir onurla kabul ederim. Çok da zor bir iştir bu arada dergi yayınlamak ve itiraf etmeliyim, zaman zaman “beraber dergi çıkaralım” diyen arkadaşlardan da kaçıyorum.

Siz bunu anlatınca İstanbul ve Ankara’yı sormam lazım. Size göre İstanbul neresi Ankara neresi? Dergicilikte de bence farklı yerler.

Liseden bir arkadaşım ve kardeşim Ankara’da okudular, o yüzden üniversite yılları ve sonrasında Ankara’ya sıkça gidip geldim. Arkadaşım çok sinir olurdu; ben Kızılay’a gidince Dost ve İmge’ye giderdim mutlaka. Arkadaşım, “İstanbul’da yok mu niye buraya geliyorsun da hâlâ kitap bakıyorsun?” derdi. Bunun çok net bir sebebi vardı, her zaman Ankara’da daha çok dergi çıkmıştır. Dost’un dergi reyonunda bilmediğim dergiler görmüşümdür her zaman. Ankara ve dergi demişken… Mesela biz Yazılı Günler’i çıkarırken rahmetli İzzet Kılıç da Yazıt’ı yayınlıyordu Ankara’da. Belki bilirsiniz Cemil Kavukçu, Hasan Ali Toptaş’ın öykülerinin yayınladığı bir dergiydi. Onlarla tanışıklığım Yazıt zamanlarına dayanır. Ben de birkaç öykü yayınlamıştım orada. Bizim dergiyi İzzet Abi dağıtırdı Ankara’da ve her zaman Ankara’nın satışı İstanbul’dan çoktu. Rakam da söyleyeyim, 92-93 yıllarında Ankara’da 100, İstanbul’da 80 civarında dergi satılırdı. Baudelaire’in miydi o söz? “Ben nerde değilsem orda olmak isterim.” İstanbul’dan bakınca bana Ankara daha albenili görünürdü o yıllarda ve daha yoğun edebiyatın konuşulduğu bir yermiş gibi geldi.

Öyküde atmosfer hakkında neler söylemek istersiniz?

Öykünün en başta okuru sarması gerekiyor, öykü okurunun yazara verdiği kredi azdır; ikinci paragrafta hâlâ metnin atmosferine giremediysek, özellikle okumayacaksak o metni, kolayca vazgeçebiliriz. Nedense romana daha çok şans veririz. Öykünün ruhunu, atmosferini başlardan hissettirmesini ve devam ettirmesini önemserim. Okur olarak da önemserim, yazarken de bunu kurgulamaya çalışıyorum. Bazen dil anlatılandan başka bir şey de verir, bazen öykünün atmosferi de bir olay anlatır. Duygu durumunu biz aslında çoğu kez öykünün atmosferi ile alırız. Anlatıcının sesi ve diyaloglardan öte o atmosfer bize onu verir. Sevdiğim öyküler, atmosferi baştan hissettirip sonra da sürdürenlerdir.

Ödülleri önemsiyor musunuz? Ödüller neyi ifade ediyor?

Görünürlük kazandırıyor. Ödül alan iyidir, almayan değildir, diye kesinlikle bir şey yok. Kendimde bunu gördüm, 7 kitabım çıkmış olduğu halden benden hiç haberdar olmamış pek çok kişinin ödül vasıtasıyla haberdar olduğunu gördüm. Ama bu kitap satışlarını çok etkilemedi.

Okurlardan nasıl bir dönüş oluyor?

Pek olmuyor açıkçası, internet çağında imkânlar geniş olduğu halde bu anlamda çok fazla dönüş yaşamadım ama ben arkadaşlarım için yazıyorum. Benim bir metnimi okuyup beğenen biri bana bir şey yazarsa, onunla arkadaş olmuşum gibi geliyor, öyle bir bağ görüyorum. “Okudum, sevdim, benim yaşadığıma benzer bir şey yazmışsınız,” dendiğinde yeni bir arkadaş kazanmışım gibi geliyor bana. Okur kazanmışım gibi değil.

Bir öykü sizde nasıl başlıyor?

Günlük hayat içerisinde bir iz, bir belirti, “Burada bir öykü gizli,” dedirtiyor. Ben çok not alan biri değilim ama aklımda kalıyor bir şeyler. Daha sonra bilgisayarda boş bir sayfa açtığımda ya da önüme boş bir kâğıt aldığımda, o hatırladığım andaki hislerin ne olduğunun peşinden giderken öykü çıkıyor. Az önceki soruyu yanıtlarken dediğim gibi öykü başlangıçlarını önemsiyorum. Başlangıcı veren o izler oluyor sanıyorum.

Böyle başlıyorsunuz, peki, sonrası nasıl oluyor, devamı?

Yazarken metin kendini götürüyor çoğu kez. En çok heyecanlandığım hiç ummadığım yerlere götürmesi, her zaman olmuyor ama bazen metin ummadığım yerlere gidiveriyor ve bu beni heycanlandırıyor. Yazmanın en hoş yanı belki de bu. Yazarken öğreniyorum. Baştan çatısını kurup yazdığım azdır. Son romanda bile başta kaba bir çatı kurmuştum, ama ona sadık kalmadım.

Güzel bir paylaşım oldu, ben çok yararlandım kendi adıma, tekrar çok teşekkür ediyorum.

İyi ki çağırdınız. Keyifli bir sohbet oldu benim için de.