Pelin Buzluk havası, aksak ritimlerden oluşan, politik (olması gerektiği gibi ve kadar), şiirsel (hem de masal gibi) ve öyküye son derece yakışan bir havadır. Yazarın kendi yaptığı öykü-hikâye ayrımının öykü tarafındadır. Oyunculdur (edebiyat da eninde sonunda bir oyun değil midir? elbet öyledir!), kedi gibidir biraz:
“Parmak uçlarımda yükselince balkonda bir kedinin saksağanlara kükrediğini gördüm. Yarası, balkondaki karları pembelemişti. Beni fark edip aynı şiddetle bana tısladı. Saksağanlar kendi dillerince küfrederek havalandılar. Kedi başını düşürdü, bitkindi. Sırılsıklamdı, kanıyordu. Hem geceki kara hem de kim bilir nasıl bir saldırıya maruz kalmıştı. Sol kulağı kesikti, kan sızıyordu. Boynunda da koca bir çizik… Başını kaldırıp bana baktı. Pervaza dayalı ellerimden tiksiniyordu, insan suratımdan, sever gibi merhametimden… Gözlerinde kedilikdışı bir bakış vardı. Ha dese, vazgeçecekti kedilikten. Kapıyı açsam konuşabiliriz gibi geldi bir an. Dünyanın kötülüğünden, bu kötülüğe kendi minik katkımızdan söz edebiliriz, diye düşündüm. Tedirgin oldu, belki sırrının açığa çıkmasından çekindi. Yine kükreyecekti ya sadece dişlerini gösterebildi. Onu öylece bırakıp yarım kalan uykumun en tatlı zamanına döndüm. Ancak uyuyamadım.” (Kanatları Ölü Açıklığında)
Dıranas’ın hatırlatması gibi büyük yalnızlığını dünyanın, Pelin Buzluk da dünyanın kötülüğünü ve ona yaptığımız “minik” katkıları hatırlatır. Artık rahatça uyuyamayız en azından. Uyusak bile dünyanın kirinden pasından arınmış değilizdir. “Refüj”de kalmanın tedirginliğini anlatır Pelin Buzluk öyküleri. Değil mi ki karşıya geçemiyoruzdur, refüjdeki yerimizi alırız:
“Kadın söyleyecek söz bulamadı, çaresizlikle sustu. Adama arkasını döndü. Adım adım daha da yorulurken, orada hâlâ karşıya geçmek isteyen birilerinin olup olmadığını merak ediyordu. Bir süre yürüdükten sonra küçük bir kulübenin önüne vardı. O zaman, ayakta duramayacak kadar yorgun insanların tüm sokaklardan buraya inip onlarca kulübeye doluştuğunu, ışıkların bir bir yandığını gördü. O da önünde durduğu kulübenin kapısına uzandı. Kapı kendiliğinden açıldı. İçeri girdi.” (Deli Bal)
Şimdi gelelim başlığı da esinleyen öyküye, Kasap Havası‘na. Buzluk’un Kanatları Ölü Açıklığında kitabında yer alan bu öyküyü defalarca okudum. Hakkında da konuşmak yerine sustum. Ama yine de birkaç söz etmem gerek, acınası bir çabayla. Neden acınası? Çünkü bir sanat yapıtı hakkında çok kötü yorumlar, yazılar okuyorum bazen. Bu duruma düşmemek için bir çaba benimki. En son mesela Yeşim Ustaoğlu’nun Araf’ı hakkında bir yazı okudum. Filmden çok uzak geldi bana. Belki de, asıl kötü olan benim bu yorumumdur. Kim bilir!
Susan Sontag’ın Metis Yayınlarından çıkan seçme yazılarından oluşan “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş” kitabından edindim sanırım bu sanat yapıtı-yorum korkusunu. İhtiyat diyelim. Aslında sanatçının ürününü oluştururken (bizim durumumuzda öyküsünü yazarken) bilinçdışı[1] olarak kullandığı bazı teknik detaylar hakkında saatlerce konuşmak-sayfalarca yazmak, bana fazlaca akademik görünür.
Zaten tüm bu beyhude denebilecek uğraşların ardından bize kalacak olan bir sezgidir. Öyküyü okuyan birinin mümkün olduğunca genişlemesidir; bu olanaktır (insan okudukça genişler, ilerlemez). Kasap Havası bu olanağı taşıyor ve Pelin Buzluk’un ileride yazacaklarına, bir Pelin Buzluk Havası’nın oluşmasına büyük katkı yapıyor.
Abartıyor gibi görünme riskini de alarak (ama hiçbir iddiası olmayan son derece şahsi bir yazı bu, neden almayayım?) şunu söylüyorum: Biri bana sorup, kestirmeden cevap beklese: Şiir nedir? İlhan Berk’in Otağ’ını işaret ederim. Aynı soruyu öykü için sorsa Kasap Havası derim.
Suskunun alanını genişleten her şey iyidir! Konuşulamayan hakkında ne kadar fazla çağrışım veriyorsa elimize bir ürün, o kadar iyi: “Ölümlerin bari acısız ve çabuk oluşunda teselli aramak, öteden beri alışkanlığıydı. Esmerlikten ileri geliyordu belki.” (Kasap Havası)
Belki de en iyisi Wittgenstein’ı dinleyip susmalı.[2]
Belki de şair, “anlaşılmayacaksın. ey balkonsuzluk!” demişti de biz yanlış anlamıştık.
Kimbilir!
Onur Çalı
[1] “Gündelik dilde “bilinçaltı” [subconscious] kelimesi daha çok kullanılır; ama “bilinçdışı” [unconscious] yerine “bilinçaltı” kelimesini kullanmak, bilinçdışını yüzeyin hemen altında bir yer gibi düşünerek onun radikal başkalığını hafife almak demektir.” Terry Eagleton (2004), Psikanaliz, Edebiyat Kuramı-Giriş, Çeviren Tuncay Birkan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s: 195.
[2] “Söylenebilir ne varsa, açıkça söylenebilir; üzerinde konuşulamayan konusunda da susmalı.”
güzel yorum….