
Balkonun açık kapısından esen rüzgâr, tül perdeyi havalandırıyor, sanki Seyfi’yi dışarı çağırıyordu. İçinden yürüyüşe çıkmak geçti. Koltuğunda oturmuş, gözünü kırpmadan televizyon izleyen karısına baktı. Tam “Yürüyüşe çıka…” diyordu ki karısı ekrandan bakışlarını ayırmadan eliyle “Sus” der gibi bir işaret yaptı, iyice televizyona doğru eğildi. Seyfi ondan umudunu kesip kızının odasına yöneldi. Kapıyı çalıp içeri girdi. Kız bir yandan telaşla masasının üzerindeki ders kitaplarını çantasına yerleştirirken bir yandan da omzuyla çenesi arasına sıkıştırdığı telefonla konuşuyordu. Babasını görünce bir şeyler mırıldanıp sıkıntıyla telefonu kapattı. Çantasını sırtına geçirip biraz da öfkeyle baktı. Seyfi, kızının odasına girilmesinden hoşlanmadığını biliyordu. Kendini affettirmek istercesine, “Hep beraber yürüyüşe çıkalım mıdiyecektim” dedi. “Hava çok güzel.” Kız bıkkın bıkkın “Baba matematik dersim var, çıkıyorum şimdi” diye cevapladı kapıdan geçerken. Seyfi “Kurstan daha yeni gelmedin mi kızım?”dedi merakla. Kız aralıkta ayakkabılarını bağlamaya başlamıştı, doğrulup “Kurstan sonra ek ders de alıyorum ya…” dedi sitemle. Sonra “Öff geç kaldım” diye söylenerek çıktı. Seyfi onun merdivenlerden hızla inen ayak seslerini dinledi bir süre. Bu arada dizi reklam arasına girmiş olacak ki karısı salondan seslendi “Hiç çocukla ilgilendiğin yok ki! Şunun şurasında sınava ne kaldı?” Seyfi karısına cevap vermedi. Onunla her zamanki tartışmalarından birini daha yapmaya niyeti yoktu. Kadın hâlâ konuşuyordu “Son deneme sınavı hiç de parlak değil. Bu sene de kazanamazsa…”
Karısını duymamış gibi yaparak bu defa oturma odasında bilgisayarla oynayan oğlunun yanına gitti. Odadaki küçük televizyon da açıktı. Çocuk oyunu bırakmış, televizyondaki reklama dalmıştı. Bilgisayardan, duvara toslayan arabanın sesi geliyordu. Reklamda kocaman mor bir kutunun içinden değişik renk ve boyutlarda bir sürü kutu çıkarak etrafa dağılıyor, arka fonda, çocuklardan oluşan bir koro “Kutu kutu pense…” şarkısını söylüyordu. Şarkı sona erdiğinde “Gümm!” efektiyle beraber ekrana kocaman, siyah bir soru işareti düşüyor, soru işareti uzunca bir süre yanıp sönüyordu. Sonra bir kadın sesi “Az kaldı, çok yakında…” diyor ve reklam bitiyordu. Bu reklamda sinirine dokunan garip bir şeyler vardı. Altı üstü bir çocuk ürününün reklamıydı besbelli ama nedense onu kızdırıyordu. Reklam üzerinde düşünmeyi bırakarak oğlunun saçlarını okşadı, “Parka gidelim mi seninle?” dedi sevecen bir sesle. Çocuk bir an durup yüzüne baktı, sonra omzunu silkip araba yarışına devam etti. Kırmızı spor araba vurduğu duvardan hiç hasar almadan ayrıldı ve hızla ilerlemeye başladı. “Innnn, ınnnnnn.” Seyfi pes etmişti. Sigarasını ve küllüğünü alıp balkona çıktı.
Binaların arasından görünen pembeli beyazlı bahar dallarına, sitenin etrafını süsleyen çimlerin arasında açmış papatyalara baktı uzun uzun. Bu baharda içini kıpır kıpır etmeyen, miskin, yapay bir hava vardı. Güzel yağlıboya bir tabloya uzaktan bakar gibiydi. Bir şeyler eksikti ama ne olduğunu bir türlü bulamıyordu. Sigarasından derin bir nefes alıp bakışlarını karşıdaki balkona çevirdi. Son zamanlarda ona gerçek gelen bir tek bu balkon vardı. Daha doğrusu o balkonda oturup kitabını okuyan, çiçeklerini sulayan, karşılaştıklarında mahcup bir ifadeyle ona selam veren kadın… Onun da balkonunun kapısı açıktı ama sandalyesi boştu. Aslında hiç tanımadığı bu kadını gizli gizli izlemekten, kendini onu düşünürken bulmaktan utanıyordu ama buna engel olamıyordu. Üstelik kadının kocasını da işyerinden tanıyordu. Neşeli, konuşkan bir adamdı. Ne zaman karşılaşsalar bir şekilde laf atar, konuşmaya çalışırdı. Bu sitede herkes birbirini tanıyordu zaten. Binaların çoğu çalıştığı Bakanlığa tahsis edilmiş lojmanlardı. O sırada kadın düşüncelerini duymuş gibi balkona çıktı. Parmaklarını boynunda dolaştırıp hafifçe gerindi. Sonra bir müddet saksılardaki çiçeklerin kurumuş yapraklarını temizledi. Sandalyesini, sırtı Seyfi’ye dönük şekilde balkonun ön tarafına yerleştirip oturdu. Kitabını okumaya başladı. Seyfi içine dağılan ürpertiyi alt etmeye çalışarak kaçamak bakışlarla kadını inceliyordu. Okuduğu kitapları merak ediyordu. Sık sık onunla buluşmak için sözleştiklerini, kalabalık bir yerde onun gelmesini beklediğini, sonra kitaplardan, şiirlerden konuştuklarını, gülümsemesini, sesini hayal ediyordu.
İçine dolan suçlulukla içeride oturan karısına baktı. Eskiden konuşurlardı. Birbirlerine anlatacakları olurdu. Ama artık öyle yorgunlardı ki… Seyfi, aslında karısının da izlediği dizilerdeki dünyalara sığındığını biliyordu. Belki de şu anda dizinin yakışıklı kahramanıyla el ele sahilde dolaşan oydu. Ya da köşkün masmavi havuzuna atlayan hain planlar içindeki kadındı. Sevdiklerini geride bırakarak yeni bir hayata başlamak üzere yola çıkan, otobüste, cam kenarında dalgın dalgın oturan kadın da olabilirdi. İçinde bir sızı dolaştı. Başını okuduğu kitaba iyice gömmüş kadına takıldı bakışları yeniden. Kendisi de onun kitaplarının içindeki kahramanlardan biri olup sayfalar çevrildikçe yeni acılarla, aşklarla, yolculuklarla savrulmayı ya da balkondaki kadınla o sayfalar arasında buluşmayı düşlemiyor muydu? Birbirlerinden bir farkları yoktu. O sırada içeriden yine az önceki reklamın müziği yayıldı: “Kutu kutu pense…”
***
Gecikmişti. Odasına girer girmez telefonu çaldı. Genel Müdür’ün suratsız sekreteri “Faik Bey sizi bekliyor” deyip telefonu kapattı. Seyfi kravatını düzeltip Genel Müdür’ün odasına girdi. Odanın diğer ucunda, dikkatle masanın üzerine eğilmiş konuşan iki adam onun girdiğini fark etmemiş gibiydiler. Onlara doğru yürüyüp iyice yaklaştığında hafifçe öksürdü. Kısa boylu, tıknaz Genel Müdür doğrularak iri, bembeyaz dişleriyle gülümsedi. “Seyfi’ciğim gel gel, otur” dedi koltuklardan birini göstererek. Seyfi, Faik Bey’in dişlerinden de ona ‘Seyfi’ciğim’ demesinden de nefret ediyordu. Zoraki gülümseyerek oturdu. Diğer adam başıyla ilgisiz bir selam vererek konuşmasına devam etti “Buraya da bir spor salonu düşünüyoruz.” Seyfi iki adamı şaşkınlıkla izliyordu. Genel Müdür yerinde duramayan, heyecanlı yapısıyla maketin etrafında bir o yana bir bu yana dolaşıyor; diğeriyse donuk ve heyecansız bir yüz ifadesiyle hep aynı noktada duruyordu. Sonunda konuşmaları bitti. Oturdular. Faik Bey, esmer cildini daha da koyulaştıran terini bir güzel sildikten sonra Seyfi’ye dönerek diğer adamı tanıttı. “Seyfi’ciğim, yeni Proje Müdürümüz Hilmi Bey” dedi gururla. “Kendisi Sayın Bakanımızın da çok önem verdiği Kutu Kurumlar projesini hayata geçirmek üzere Bakanlığımıza atandı. Gerçekten büyük kazanım!” diye ekledi iyice sırıtarak. Seyfi, Hilmi Bey’in ifadesiz yüzüne baktı, “Memnun oldum” dedi belli belirsiz. Adam hiç konuşmadan sadece başıyla selam verdi yine.
Genel Müdür ayağa kalkıp tekrar maketin etrafında dolaşmaya başlamıştı. “Seyfi’ciğim bilgisayar kayıtlarına bakıyordum da bu aralar hep geç kalmışsın, bir sorun yok değil mi?” dedi maketteki yolda yürüyen küçücük adamlardan birini düzelterek. Seyfi boğazınıtemizledi, konuşmaya başlayacaktı ki Genel Müdür ondan önce davrandı. “Biliyorum, sizin ufaklığın bakıcısı ayrılmış, oğlanı kayınvalideye bırakıyormuşsun.” Seyfi koltukta kıpırdandı, Hilmi Bey buz gibi bakışlarını ondan hiç ayırmıyordu. “Yaa evet, öyle oldu” diyebildi. Terlemeye başlamıştı. O anda Genel Müdür neredeyse zıplayarak maketin öbür tarafına geçti “İşte” dedi heyecanla, “Kutu Kurumlar Projesiyle bu sorunlar ortadan kalkacak.” Tombul işaret parmağını maketin üzerinde bir noktaya doğrultmuştu. Yeni Proje Müdürü de keyiflenmiş görünüyordu. Sarı başını şimdi arkasında kalan Faik Bey’e doğru hafifçe çevirdi. Seyfi de konu ilgisini çekmiş gibi yaparak öne doğru eğildi. Aslında bir an önce odadan çıkmak istiyordu. Genel Müdür iki parmağının arasına aldığı kırmızı bir otobüsü Seyfi’ye doğru uçurarak “Personel servisi çocuğunuzla birlikte sizi de alacak-bu arada otobüs havada sarsıcı bir yolculuk geçiriyordu- vee sizi işe bıraktıktan sonra çocukları onlar için hazırlanan kreşe götürecek. Akşam da aynı yolla herkes evlerine bırakılacak. Böylece personel verimini maksimum düzeye getirmeyi planlıyoruz.” dedi. Seyfi, sonunda otobüsün Faik Bey’in parmaklarının arasından kurtulmasına sevinmişti. “Çok güzel” dedi şaşkınlığını gizlemeye çalışarak. Proje Müdürü sarıya çalan çekik gözlerini yine üzerine çevirmişti. Ondan çıkmıyormuş gibi gelen bir ses tonuyla “Yalnız bu sistemin işleyebilmesi için bütün personelin kurum servislerini kullanıyor olması lazım” dedi. Faik Bey atak bir hareketle tekrar yerine oturdu. Ellerini ovuşturarak “Evet Seyfi’ciğim, bilgisayar kayıtlarını inceledim dedim ya, yahu sen servis de kullanmıyormuşsun!” dedi küsmüş gibi. İki adamın sorgulayıcı bakışlarının altında, Seyfi iyice gerildiğini hissediyordu, “Bakanlığımız personeliyle ne kadar da ilgili!” dedi gülerek. Der demez de pişman oldu ama iş işten geçmişti. Genel Müdür’ün gülümsemesi keskinleşti, ağzı yüzünde kocaman bir eksi işareti gibi kaldı, “Toplumsal Refahın Geliştirilmesi Bakanlığı’nın refah seviyesini yükseltmeye öncelikle kendi personelinden başlaması kadar doğal bir şey yok Seyfi’ciğim. Nitekim Kutu Kurumlar Projesini uygulayacak pilot Bakanlık olarak da biz seçildik. Bu kapsamda tüm personel hakkında ayrıntılı araştırmalar yapıyoruz. Örneğin sizin hafta sonları balık tutmaya gittiğinizi ve arada sırada iş çıkışlarında bir tek atmak için Kılçık Lokantası’na uğradığınızı da biliyoruz. Dünya şeffaflaşıyor Seyfi’ciğim. Bunda şaşılacak bir şey yok!” Proje Müdürü lafa karıştı, “Projenin sosyal hayatla ilgili kısmına özellikle çok güveniyorum” dedi. Seyfi adamın yüzünün birazcık da olsa değiştiğini fark etti. Sanki bir anlığına gülümsemişti. “Lojmanların yakınındaki bir araziye oldukça büyük bir havuz yapacağız. İçinde alabalık yetiştirilecek. Evlerinden servislerle gölete getirilen personel saatte altı balığı geçmemek üzere belirli sürelerle havuzdan balık tutabilecekler. Bir de iş çıkışlarında arkadaşlarla rahatça buluşulması için lojmanların olduğu siteye yeteri kadar lokal yapılacak. Bu projeyi en çok eşlerinin eve geç gelmesinden yakınan bayanlar destekliyor” diye ekledi. Seyfi artık adamın gülümsediğinden emindi. Konuşurken uzun, sivri çenesi iyice uzamış, kalın dudakları hafifçe kıvrılmıştı. Proje Müdürü’ne bakıp “Saatte altı balık!” diye mırıldandı başını ciddiyetle sallayarak. Genel Müdür çoktan maketin başına geçmiş, havuzun olduğu yerle oynamaya başlamıştı. “Sabırsızlanıyorum” dedi. “Tabii bu durumun personel üzerindeki olumlu etkilerini yakından görebilmek ve sonuçları bir an önce alabilmek için tüm personeli gerekli özeni göstermeleri konusunda uyarmalıyız.” Hilmi bey ayağa kalktı. Genel Müdür’ün yanına kadar gitti. “İzninizle ben bu konudaki genelge için çalışmaya başlayayım” dedi elini uzatarak. Seyfi de bu fırsattan yararlanarak hemen ayağa kalktı, Proje Müdürü’nün peşine takılıp gitmeyi planlıyordu. Ama Hilmi Bey onu öylece orada bırakıp sadece başıyla selam verdi ve odadan çıktı. Bu arada Genel Müdür yerine geçip telefon ahizesini eline almıştı. Diğer eliyle de önündeki defteri karıştırıyordu. Başını kaldırınca, ayakta kalan Seyfi’ye, sanki onu yeni görüyormuş gibi baktı, “Haa Seyfi’ciğim, seni asıl neden çağırdım; yarın senin şu yeraltı sularını biriktirme projen için Bakanlığın yeni binasında toplanılacak. Teknik konularda senin de bilgi vermen gerekebilir. Benim şoför seni buradan alacak” dedi. Sonra eliyle “Çıkabilirsin” der gibi bir hareket yaptı. Defterden bulduğu numarayı çevirmeye başladı.
***
Şoför pek konuşkan çıkmamıştı. Belki onunla biraz sohbet edebilseydi siyah ceketine sığmayan geniş omuzlarından, direksiyonu kavrayan damarlı, iri ellerinden, siyah parlak gözlerinden bu kadar tedirgin olmazdı. Gece de bir türlü uyuyamamıştı. Ne zaman gözlerini kapatsa kendini o garip maketin içinde buluyordu. Maketten çıkmak istiyor ama bir türlü çıkış yolunu bulamıyordu. Düşünmemeye çalıştı. Sıkıntısını dağıtmak için, bir işe yaramayacağını bile bile, şoföre doğru eğildi “Yeni bina da epeyce uzaktaymış, zor oluyordur senin için” dedi. Adamın kulakları hafifçe oynadı. Seyfi adamın kulaklarının başına göre çok küçük olduğunu düşündü. “Bizim işimiz efendim” dedi şoför homurdanır gibi. Sonra aniden önüne kıran bir arabaya sinirli sinirli korna çaldı. Seyfi ümitlenerek “Ehliyeti nereden alıyorsa bunlar!” diye söylendi. Ama şoförden hiçbir tepki gelmemişti. Adamla konuşma sevdasından vazgeçip dışarıyı izlemeye başladı. Yanlarından hızla geçen ağaçları, binaları, arabaları izlerken yollarda neredeyse hiç insan olmadığını fark etti. Ürperdi, “Şu teybi açar mısın?” diye seslendi. Şoför radyoyu kurcaladı. Kanallardan birinde durdu. Eski bir türkü çalıyordu. Türkü sona erdiğinde, spikerin az önce çok mutlu bir haber almış gibi gelen neşeli sesi yankılandı. Sonra Seyfi’nin o çok iyi bildiği çocuk korosunun sesi doldu arabanın içine “Kutu kutu pense….” Spiker kız hiç değişmeyen ses tonuyla “Kutuların içinde ne olduğunu bilen ilk elli dinleyicimize bedava Grup Lakırdı CD’si, haydi, ne duruyorsunuz?”diyordu. “Kutu kutu pense…”
Sonunda neredeyse bomboş bir arazinin ortasında yükselen, pencereleri aynalı bir gökdelenin önünde durdular. Şoför camı açıp güvenlikteki adamdan kart gibi bir şey aldı. Güvenlikteki adam başını uzatarak arka koltuktaki Seyfi’ye baktı. Sonra geçmelerini işaret etti. Seyfi içeriye girdiklerinde binanın terk edilmiş olduğu hissine kapıldı. Giriş kapısının önüne ve arkasına yerleştirilmiş kameralar vardı. Şoför, elindeki kartı sürekli bir yerlere basıyor, sonra aynı mekanik kadın sesi duyuluyordu; “Geçişiniz onaylandı!” Asansörle on üçüncü kata çıktılar. Şoför kartı bir odanın kapısının önündeki bölmeye bastırıp kapıyı açtı. Sonra Seyfi’ye dönerek “Faik bey bu odada beklemenizi söyledi. Gerek duyulursa sizi toplantı odasına çağıracaklar. Ben de gelip sizi oraya götüreceğim” dedi. Birlikte odaya girdiler. Seyfi krem rengi deri koltuklara oturunca şoför “İzninizle” deyip çıktı. Seyfi kapının kapandığını duydu. Bakışlarını geniş odanın içinde gezdirdi. Odanın hiç penceresi yoktu ama yoğun bir beyaz ışıkla aydınlatılmıştı. Etraftaki bütün eşyalar, duvarlar hatta zemin bile beyazdı. Bir tek koltuklar krem rengiydi. Mermer sehpanın üzerinde cam bir sürahiyle bir bardak duruyordu. Onun dışında odada oyalanabileceği, vakit geçirebileceği hiçbir şey yoktu. Ayağa kalktı, odanın içinde dolaştı. Projesiyle ilgili önemli noktaları aklından geçirmeye çalıştı. Zamanla odanın beyazlığı, ışığın aydınlığı onu daha çok rahatsız etmeye başladı. Kalbi kötü bir şey olacakmış gibi çarpıyordu. Koltuklardan birine oturdu. Gözlerini kapattı. Güzel şeyler düşünmeye çalıştı. Hiçbir şey düşünemiyordu. Odanın beyazlığı sanki içindeki tüm enerjiyi emip yutuyordu. Gözlerini iyice yumdu. Böyle kalp çarpıntısı içinde kaç saat geçti ayrımsayamadı. Her zamanki gibi saatini takmayı da unutmuştu. O sırada yan taraftan bir takım konuşmalar gelmeye başladı. Önce yanıldığını sandı ama dikkatle dinleyince konuşmaları net olarak duyabiliyordu. Bu onu biraz rahatlattı. İki erkek konuşuyorlardı. Dikkatini toplayınca seslerden birini tanıdığını fark etti. Bu, oda arkadaşı Engin’in sesiydi. Sonra şaşkınlıkla diğer sesin ayırdına vardı. Kendi sesiydi. Engin’le balkondaki kadınla ilgili konuşuyorlardı. Engin’in gülerek “Yani kalçaları değil de okuduğu kitaplar ilgini çekiyor öyle mi?” dediğini duydu. Bu konuşmayı yaptıkları günü hatırlıyordu. Engin odanın kapısının önüne dikilip “Onunla yatmak istiyorum de, kurtul” diye tutturmuş, o bunu söyleyene kadar da kapının önünden çekilmemişti. Aklına kadının kocasının bir şekilde durumdan haberdar olduğu ve korkutma amaçlı onu buraya getirttiği geldi. Ne de olsa aynı yerde çalışıyorlardı. Pekâlâ adam Genel Müdür’e yakın birisi olabilirdi. Kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Duvarın dibine çömeldi. Birazdan o ızbandut şoför içeriye girecek, ağzını burnunu dağıtacaktı. Ama konuşmalar bitmiyordu. Sonra kendini, Genel Müdür’ün odasındaki maketi anlatırken duydu. Engin kahkahalarla gülüyordu. Düşünsene diyordu kendi sesi “Saatte altı balığa kadar izin var, iyice delirmiş bunlar!” Sonra odanın diğer yanından sesler yankılanmaya başladı. Bu defa Engin’e niye servise binmediğini anlatıyordu. Beş ay kadar önceydi. İşe sık sık geç kalıyordu. Engin de niye servisi kullanmadığını sormuştu. O da “Servise binince kendimi bir paket gibi hissediyorum. Her sabah paketlenip servise bindiriliyor ve bütün gün çalıştıktan sonra yine paketlenip evine yollanıyorsun. Düşününce bile ruhum sıkılıyor. Zaten bir tek yürüme keyfimiz kaldı!” diye cevap vermişti. Hepsini anımsadı.
Artık dayanamayacaktı. Ayağa kalkıp kapıyı açmaya çalıştı. Ama kapı kilitliydi. Mantıklı düşünemiyordu. Ne olacaksa olsundu. Çılgınlar gibi kapıyı yumruklamaya, bağırmaya başladı. Gücü tükendiğinde koridorda koşan ayak sesleri duydu. Kapı epeyce kurcalandıktan sonra açıldı. Şoför şaşkın gözlerle kendisine bakıyordu. “Seyfi Bey sakin olun, yeni binalarda oluyor böyle şeyler. Kapıotomatik. Bazen kilitlenip kalıyor” dedi telaşla. Onu yığıldığı yerden kaldırmaya çalışırken de sürekli “İyi misiniz?” diye soruyordu. Sürahiden su doldurup uzattı. İçmesini bekledi. Seyfi’nin iyi olduğundan emin olduktan sonra da “Artık çıkalım. Faik bey sizin projenin görüşüldüğünü, gidebileceğinizi söyledi” dedi. Birlikte binadan çıktılar. Dışarısı zifiri karanlıktı.
Seyfi yatağında uyandığında binadan nasıl çıktıklarını, arabaya nasıl bindiğini ve eve nasıl geldiğini anımsamıyordu. Elini yüzünü yıkayıp üzerini giyindi. Karısı da uyanmış kahvaltıyı hazırlıyordu. Onu görünce “Hayırdır, sen bu saatte hazır olmazdın? dedi. Ardından “Gece kaçta geldin sen?” diye sordu kinayeli kinayeli. Seyfi “Gitmem lazım” dedi sayıklar gibi. Karısının arkasından “Oğlanı kim bırakacak?” diye seslendiğini duymadı. Kapıyı çekip çıktı. Serin havada yürümek iyi gelmişti. İnsanlar öbekler halinde duraklarda birikmeye başlamışlardı. Ana caddeye çıktı. Üst geçitten geçip yolun kenarında durakladı. Sigarasını yaktı. Hemen arkasındaki okulda öğrenciler sıralanmışlar, konuşma yapmak için mikrofonla oynayan müdürü bekliyorlardı. Geciken öğrencilerse koşuyor, telaşla sıralarına yerleşiyorlardı. Mikrofonun cızırtılarından sonra müdürün kalın, buyurgan sesi duyuldu. “Arkadaşlar” diye başladı konuşmasına, “Kutu Okullar Projesi’nin iki haftaya kadar uygulamaya geçeceği müjdesini vermek istiyorum. Kızım dinlesene burayı! Artık her öğrenci eğitim olanaklarından eşit ölçüde yararlanacak. Şimdi sınıflarınıza gidince, Oğlum! Kes sesini, dağıtılan formları eksiksiz doldurun. Oğlum, kime diyorum, eşşek oğlum,” Seyfi, müdürün parmağını öğrencilere sallayarak konuşmasını izledi. Birden öğrencilerin aslında hiç konuşmadıklarını, taşlaşmışçasına müdürü dinlediklerini fark etti. Buna rağmen müdür sürekli uyarılarda bulunmaya devam ediyordu. Etrafta yürüyen, koşturan, bekleyen onca insan olmasına rağmen hiç insan sesi duyulmuyordu. Seyfi’nin içi buz gibi oldu. Bu baharda neyin eksik olduğunu sonunda bulmuştu. İnsanlar sözcüklerini yitirmişlerdi. Sadece bir iki hecelik itaat sözcükleri kalmıştı onlara. Bakışları tekrar müdüre kilitlendi, adam parmağını bu defa kendisine doğru sallıyor gibiydi. O anda tam önünde kırmızı bir otobüs durdu. Geniş camının üzerinde “Toplumsal Refahı Geliştirme Bakanlığı” yazıyordu. Kapısı tıslayarak açıldı. Seyfi basamakları çıkarak otobüse bindi. Cam kenarındaki koltuklardan birine oturdu. Otobüs hızla giderken birden sarsılmaya, sağa sola savrulmaya başladı. Seyfi, havalandıklarını hissetti. Otobüsün iki yanından tutan kalın, küt parmakları tanıdı. Genel Müdür, otobüsün küçücük camından, devasa bembeyaz dişleriyle gülümseyerek onlara bakıyordu.
Senem Dere