Alt katta bildik dijital müzik çalmaya başladı. Orda oturan, saatini 6.25’e kuruyor. Ya saati beş dakika ileri ya da otobüse, servis aracına filan yetişmek için ince ayar bir kalkış saati hesaplamış olmalı. İki yıldır bu evdeyim, hiç yüzünü görmedim.
Biraz dalmışım, sabahın ilk otobüsü camları sarsarak geçti. İnleyen bir motor sesi ile asfalt yolda lastiklerin çıkardığı uğultu önce yaklaştı sonra hızla uzaklaştı. Arkadan tek tük başka arabalar.
Bugün işyerinde önemli bir toplantı var. Artık sağır sultan duydu: Ekonomik kriz kapıda. Büyük patron da geliyor. Yeni bütçe görüşülecek. Tahmini gelir gider rakamlarını çıkardık, üst yönetim de nerelerden ne kadar kısılacağını söyledi. Gerisi hesap kitap işi. En az on kişiye yol verilecek, ücretler kısılacak.
Uyku ile uyanıklık arasında bir türlü kendine gelemeyen bilincim beni kaldırmaya çalışırken, bir başka yanım düşlerle rahatlatıyor: “Kalkmışım da, tıraş olmuşum da, giyinmiş, kapıdan çıkıyormuşum da…”
Gözümü aralıyorum, hâlâ yataktayım… Sonra gene derin bir çukura düşüyorum. Uyumak ve uyanmak arasında ruhumun karanlık dehlizlerinde kayboluyorum, içimde pis lağım fareleri kımıldıyor, çığlıklar atıyor.
Dışarıda ağacın yaprakları kıpırdadıkça ısıtmayan bir güz güneşi perdeden sızıp yüzüme vuruyor. Camdan giren ışık huzmesinde toz zerreleri telaşsız yüzüyor. Göz kapaklarım yarı aralık, tozlardan birini izliyorum. Kaygısız, problemsiz dolanıyor. Birazdan nereye gideceği belli değil. Hafifçe üflüyorum, telaşlanıyor.
Saat? Tahmin etmeye çalışıyorum. Üç kat yukardan başlayıp, ayakkabısının topuklarıyla her basamakta çekiçle vurur gibi sesler çıkaran kadın birazdan geçer. Kapımın önünden geçerken saat 7.25’tir.
Bir keresinde karşılaştık. Uzun boylu, soğuk ve sert bakışlı birini düşünmüştüm. Kumral, ufak tefek, çocuk bakışlı genç bir kadınmış. Gülümseyerek “Günaydın” demişti. Bana A.’yı hatırlatmıştı. Öfkem geçmiş, “Günaydın” demiştim.
Ve ne kuşu olduğunu bilmediğim bir kuşun sesi. Her sabah güneş doğarken başlayıp on on beş dakika arayla bazen bir, bazen iki kere hüzünlü bir çığlık atıyor.
Bir zaman sonra sıklaşan otobüs, taksi, simitçi, şarkı söyleyen, bağıran kadın, radyo, televizyon, çarpılan kapı, ağlayan çocuk, seyyar satıcı sesleri, düşen eşyanın, çekilen sandalyenin, masanın kakofonisi, araya girip çıkan garip kuşun çığlığı…Kalktım.
Ufak tefek, çocuk bakışlı kumral kadın bugün işe gitmedi.
***
Organize sanayi bölgesinde 660. sokağa dönerken Garip koştu geldi. Gelmesini bekliyordum. Yaklaşık bir yıllık ahbaplığımız var. Geçen yıl ilk karşılaştığımız günlerde, artık hırsla mı yoksa oyun oynamak için mi bilmem, hep arabaya hamle yapardı. Bir, üç, beş derken, bir süre sonra arabama saldırıları hepten bir oyuna dönüştü. Bir gün arabadan indim, şaşırdı. Önce biraz geriledi, sonra mahcup bakışlarla kuyruğunu sallayıp bekledi. Başını okşadım, çantamdaki sandviçin yarısını verdim. Kirli ve yorgun bir kangaldı. Ertesi gün geçerken gene gözü kara atladı, durup camı açtım, tanıdı, kuyruk salladı. Sonraları ona hep ufak bir hediyem oldu: Akşamdan, haşlanmış kemik hazırlıyordum.
Sanayi bölgesinde hâkim renk koyu gridir. Yollar, duvarlar, atölyelerin içi, çocuk işçilerin, yetişkinlerin pantolonları, tulumları, şapkaları, tezgâhların üstü ya yağlı balçık ya duman rengidir. Hani renkli fotoğraf çeksen siyah beyaz çıkar. Garip de öyle. Kaynak, torna, freze, taşlama gürültüleri arasında metal ve cüruf tozlarından gri-boz, kirli bir sanayi rengine bulanmış, gözlerinin feri gitmiş ama ruhundaki köpekliği hâlâ tümden yitirmemiş sanayi köpeklerindendi. Nevrotikti. Sanayinin akortsuz seslerinden, dengesiz insan davranışlarından tedirgindi. Nereden hangi tehlikenin geleceğini kendi genetik kodlarındaki kayıtlardan çözememenin verdiği huzursuzlukla bir o tarafa bir bu tarafa kaçıp durmaktan, kangalların o heybetli duruşunu epeyi kaybetmişti. Atölyenin önünde ahşap görünümlü plastikten büyük bir kulübesi vardı. Geceleri orda yatıyor, onu uzunca bir zincirle bağlıyorlardı.
***
Toplantı kısa sürdü. Büyük patron ilgili bölümlerle görüşerek, işten atılacakların listesini hazırlamamızı istedi.
Biraz daha düşük kâr oranları ile hiç kimseyi işten atmayabilirdik. Sessiz ve sakin dinledi.
“Bu sizin işiniz” dedi. “Yapmak istemeyenin yerine başkası bulunur.”
***
Öğlen saatleriydi. Telli kavak ağaçlarının gölgesinde bozuk musluktan akan sular çeşme başını serinletmişti.
Yaşlı kadın yazdan kalma sonbahar güneşinde, çeşmenin yanına tespih böceği gibi kıvrılmış oturuyordu.
Başını kaldırıp baktı, tanıdı. Biri Y şeklinde çatlamış kalın gözlük camlarının arkasında kocaman gözleri vardı. Başındaki beyaz tülbendin bir ucunu ağzı ile tutuyordu. Ben çeşmeye yönelince ayağa kalkmak için yekindi, iki koluyla havada dengesini bulmaya çalıştı. Şimdi ayakları yere basıyor mu belli değil, zayıf bedeni havada çengel gibi asılı duruyordu. Bağırır gibi zorlandı, ama sesi zayıf çıkmıştı:
“Karının mezarına mı geldin?”
“…….”
“Su istiyon mu?”
Konuşunca, ağzıyla tuttuğu tülbendin ucu düştü. Çelimsiz kuru gövdesinin üstündeki başı açılmış, seyrek beyaz saçları alnına yapışmıştı. Dişsiz ağzı ve gözlüklerinin ardında büyümüş gözleri ile sanki benimle değil, orada olmayan birisiyle konuşuyordu. Cebimdeki bozuk paraları verdim. Önüne arkasına bakındı.
“Bidonları almışlar, iki tane vardı” dedi.
“Bende var,” dedim. “arabada.”
İlgisiz gözlerle beni izledi.
Musluktan su doldurdum. Sıcaktan gagası aralık, gözleri bulanmış yaşlı bir tavuk gibi nereye baktığı belirsiz duruyordu.
“İyi misin?” dedim.
“İki tane vardı.”
Konuşurken gözleri birbirinden bağımsız kayıyor, benden ötede bir yerlere bakıyordu. Biraz şehla, biraz hülyalı bakışı, beni de kendini de önemsizleştiriyordu. İddiasız, beklentisiz, hani o an mezarlık ters dönse, şu tepeler üstümüze gelse, telaşa kapılmayacak gibi.
Nerede yatar kalkar, nerede ne yer ne içer? Gidip ben de orada kalmak istiyorum.
***
Evin balkonunda oturdum. Işıkları söndürdüm. Rakı, beyaz peynir ve domates… Karşımda sokak lambası… Yanında vişne ağacı. Sokakta kimseler yoktu. Gökyüzü bulutsuzdu. Yıldızlar ve iki tane ay vardı. Hızlı bir kar başladı. Kar, lambanın ışığında püsküren patlamış mısır taneleri gibi yağıyordu. Bense sırtımda yazlık tişörtümle terliyordum. Kar yeri ıslatmıyor, yerde birikmiyordu. Hiçbir şeyin gölgesi yoktu.
Önce annem geldi, ışığın altında, karşımda durdu, ağaca yaslandı. Annem öleli beş yıl olmuştu.
“Sırtına bir hırka almalısın” dedi.
Hoşuma gitti bu ilgi, ama omzumu silktim.
“Sen de baban gibisin” dedi, “O da söz dinlemezdi.”
“Anne bırak bunları şimdi. Beni işten atıyorlar.”
Yüzünde hep o hüzünlü, mazlum gülümseme.
“Bunun ne önemi var oğlum?” dedi. “Baban da iki kere işsiz kalmıştı. Ama o da hayatta ne istediğine bir türlü karar verememişti.”
“Bugün yaptığım fedakârlık hoşuna gitti mi?”
“Boş duygusallıklarla kendini aldatma. Gerçek bir bedel ödemeden yüce duygular yaşanmaz” dedi, yürüyüp karanlıkta kayboldu.
Bir rüzgâr çıktı, vişne ağacının yaprakları tutam tutam dökülüverdi. Az önce yeşil yapraklarıyla canlı ağaç çıplak kaldı, hızla öldü. A.’nın saçları da kemoterapiden sonra böyle dökülmüştü. Tarakla hafif hafif taramaya çalıştıkça tutam tutam elimde kalıyorlardı. Tutam tutam…
Sonra o garip kuş geldi: kanadı kırık bir keklikti. Güçlükle uçuyordu. Peynir uzattım, masama kondu. Üç kere o hüzünlü çığlığı attı, sırtını okşadım.
Yalpalayarak uçtu karanlıkta kayboldu.
Çocuk bakışlı ufak tefek kadın omzunda çantası, kucağında bebeği ile geldi. Işığın altında durdu, gülümsedi. Hiç konuşmuyordu, ama anlıyordum: Onu da işten atmışlar. Zaten sigortasız çalıştırıyorlarmış. Kocası ölmüş. Bebeğini pışpışlarken hâlâ gülümsüyordu.
Sonra hiç tanımadığım bir kadın, bana dedi ki: “Apartmanda çok karşılaştık, hep beni görmemiş gibi davrandın.” Gerçekten görmemiştim. “Hayır” dedi. Öfkeliydi. “ Ben her gün sabahın köründe kalkıyorum. O merdivenlerden bütün apartman geçiyor. Ama senin aklın fikrin o ufak tefek kadında.”
En son mezarlıkta plastik bidonlarla su veren yaşlı kadın yanında torunuyla geldi.
“Bize gel istersen” dedi. “Tek göz bir odada oğlum ve torunumla kalıyoruz. Gelin kaçtı gitti. Elkızı değil mi, böyle oluyorlar.”
Bana söylüyordu ama başka tarafa bakıyordu.
***
Evden çıktım. Nereye gideceğimi düşünmeden yürüdüm. Sonra kendimi Garip’in atölyesinin önünde buldum. Kulübesinde uzanmış başını dışarıda ayaklarının üstüne yaslamış yatıyordu. Bütün o metalik sesler, bağırtılar yoktu, ortalık sessizdi. Beni görünce başını kaldırdı, canlandı. Sıcak ve sevecen sesler çıkardı. Yanına gittim oturdum. Biraz yana çekildi. Kulübe genişti. Yanına uzandım yattım. Bana baktı, kuyruğunu salladı. Birazdan yağmur çiselemeye başladı. Kulübenin içine çekildik.
Murat Gümrükçüoğlu
Murat Ağabey, ne güzel yazmışsın terk edilmeyi, geride bırakılmış olmanın acısını, koyup gidenden gayrı hayatımıza giren başkalarının aynasında onu nasıl aradığımızı…ve elbette sonunda kendimiz kadar, kendimiz gibi bir yalnızla, yalnızlıkla baş başa kaldığımızı; böylesi bir birlikteliğe mahkum ya da mecbur değil, muhtaç olduğumuzu… Sağ ol Ağabey, sağ ol.