Küçük yerlerde, köy ya da kasabalarda büyüyenler, uzun süre yaşayanlar bilirler (ya da daha iyi bilirler diyelim): Komşuluk hukuku vardır. Farklı düşünceler, inançlar çeliştiğinde kalp kırmamak için, sinirlerin gerildiği bir yerde, aynı yerin çocuğuyuz biz akrabalığı gelir, kapatır çatlakları. Hakem düdüğü çalmıştır, herkes köşesine çekilir. Birbirini anlamak için engeldir belki bu. Belki. Ama büyük çatışmaları da önler. Buna mim koyalım.

Bir Salı Sinemasından daha çok güzel bir filimle ayrıldım bu hafta. Tabii yine ağzıma kadar yemeğe ve dostluğa doyarak. Filmden çıkıp sis basmış Ankara’nın, şehrimin içinde yürürken nedensiz –ve aslında bol nedenli– bir şey sardı içimi. Bu “şeye” mutluluk demekte bir beis göremiyorum.

Sanat eserleri karamsar tablolar çizebilir –zaman zaman çizmelidir de hatta– ancak ben şahsen içinde bir umudu, çıkışı da barındıranları daha çok seviyorum. Can Baba demişti ya, ona benzer bir şey: “Şiir bir umutsuzluktur. Elbette bir umutsuzluktur. Niçin mi? Umutsuz olmayan adamlar şiir yazamaz. Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz. Yaratıcı olamaz. Bu dediğim elbet yaşadığımız dünya için bir söz. Çünkü kağıt bir umutsuzluktur. Boş bir kağıt… Tuğlalar, briketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur.(…) Onların içinden bir umudu bulmaktır şiir. Onu bulmak için yazıyorum ben de…”

Can Baba’nın eksiğini tamamlayalım, işte bunca umutsuzluk arasından bir umut kıvılcımı çaktırabilen adamları ve de kadınları seviyorum ben.

1c097-wdwgn-3.jpg

Nadine Labaki de bu kadınlardan biri. İlk filmi Karamel’i de çok sevmiştim. Bir kuaför-güzellik salonunda yolu kesişen kadınların dayanışmalarını ve hikayelerini izlemiştik. Bizim acar yapımcılar da ışık görmüşlerdi ki aynı hikayeden bir TV dizisi yapma işine bile girişmişlerdi ama Türk televizyonlarında nedense tutmadı bu hikaye.

“Peki Şimdi Nereye?” Labaki’nin ikinci filmi. Yine hem oyuncu hem yönetmen olarak emek vermiş. Film çok hassas bir konuyu ele alıyor; kolaylıkla odağı kayacak ve rahatsız edici hale gelebilecek bir meseleden gerçekten güzel bir senaryo ve filim çıkarıyor. Yani kırık tuğlalardan siyah bir umudu buluyor filmin sonunda.

Şu tehlike her zaman var: Savaşın ve yıkıcı etkilerinin sadece erkeklerin ürünü olduğu ve kadınlara kalsa savaşların asla yaşanmayacağı algısı ya da inancı. Bu düşünce ya da umut, gerçekliği içinde barındıran ama gerçeküstü bir güzellemedir. Nadine Labaki de bir söyleşisinde, kadınların savaşları engelleyebilmesini, barışı getirmesini bir fantezi olarak gördüğünü söylüyor. Bu anlamda ütopik bir yanı olmakla birlikte filmin, küçük bir köyde savaşın etkilerini azaltabilen kadınların, büyük bir köy haline gelen dünyamızın barışına katkılarının dünyayı daha güzel bir yer haline getirebileceği umudu –yine de– zorlama olmaz.

Peki Şimdi Nereye? bahsettiğim tuzağa düşmüyor aslında. Filimde anaerkilliğe bir olumluluk atfedildiği aşikar ama bunu öyle bir yerden yakalayarak yapıyor ki ikna oluyorsunuz. Bunda elbette yaratılan atmosferin de etkisi büyük. Filmin geçtiği yerin adı yok. Her yer olabilir. Hele benim gibi filmi İtalyanca seslendirme ve Türkçe altyazıyla izlerseniz bu yerin olmayışlığına dair hissiyatınız iyice güçlenebilir. Bu olmayışlık aynı derecede bir oluşu da taşıyor. Böyle bir yer yok ama aynı zamanda böyle yerlerden çokça var. Hatta dünya böyle bir yer diyebiliriz rahatlıkla.

Filmi izlemeden önceki en büyük kaygım, Aristophanes’in Lysistrata’sı ile karşılaşmaktı. Yıllar önce İrfan Şahinbaş Atölyesi sahnesinde izlemiştim oyunu. Yaklaşık 2,500 yıl önce yazıldığını düşünürsek, çok güzel ve iyi bir fikir. Güzel oyun. Ama o kadar çok tekrarlandı ki sıkıcı olabilirdi filmde bununla karşılaşmak. Neyse ki Labaki’nin filmindeki kadınlar daha farklı yollar buluyor erkekleri savaştan uzak tutmak için.

Yönetmenin canlandırdığı Amale karakterinin de içinde olduğu kadınlar çetesinin son ve bitirici vuruşu, düşmanlaştırılan tarafın kendisi olmak olur. Hristiyan kadınlar Müslüman olurlar, hatta daha önce Bakire Meryem’le konuştuğunu iddia eden Muhtarın karısı bile Müslüman olmaktan imtina etmez. Müslüman kadınlar da örtülerini atarlar. Hadi derler, kocalarına, ben de senin düşmanınım, o halde beni de öldürecek misin?

Başa dönelim. Filmde kavga eden iki gencin annelerinin zoruyla barıştırılmaları sırasında, gençlerden özür dileyeni “aynı köyün çocuklarıyız biz” der. Uzatmayalım, yarın yine birbirimizin yüzüne bakacağız anlamında.

Filmin finalinde savaşın tek kaybı, bir gencin ölüsü, mezarlığa götürülür. Bir tarafta Hıristiyanlar gömülmüştür, bir tarafta Müslümanlar. Tabutu taşıyan erkekler genci nereye gömeceklerini bilemezler. Peki, Şimdi Nereye? sorusuyla biterken film, benim aklıma Cemal Kafadar’ın söyledikleri geldi:

“Normalde mezarlıklar cemaatlere aittir, çok nadiren farklı inançlara sahip insanlar aynı mezara gömülür. Bir tek Arnavutluk’ta gördüm, çok şaşırdım, Müslümanlarla Hırıstiyanlar yan yana kabirlere gömülmüş. Arnavutluk acayip bir yer, anlayabildiğimi söyleyemeyeceğim (gülüyor). Aileler de öyle, farklı dinler iç içe. Bir arkadaşım ‘Arnavutların tek dini vardır, Arnavut olmak’ demişti.” (“Tefrika: Cemal Kafadar’la Şarkılı Tarih (8), Marul, etik, estetik”, Bir+Bir dergisi, sayı 9, Ocak-Şubat 2011)

Ve şöyle dedim içimden: Tam oraya gömün o çocuğu, iki tarafın ortasına, çünkü tıpkı üstünde olmadığı gibi, altında da sınırlar yok toprağın. Ve biz aslında aynı köyün çocuklarıyız. Hepimiz, aynı köyün çocuklarıyız. Ve tek bir dinimiz hoş görülebilir: İnsan olmak dini.

Onur Çalı