89869-serpil

Ben çok sevdim Serpil’i. Aşık oldum ona. Peki aşık oldun da ne yaptın derseniz, aşık oldum dedim ya, daha ne yapayım! Hem siz inanmayın, aşkın sevginin fedakarlıkla, sabırla, emekle olduğunu söyleyenlere. Palavra!

Kendimi açtım, sevdim onu. Serpil’i tanıdığımda evliydi (belki hala öyledir, bilmiyorum). Bir çocuğu vardı. Ortak arkadaşlarımız tanıştırmıştı bizi. O fotoğraf çekmeyi, yürüyüşü, gezmeyi çok severdi. Benim böyle şeylerle uzaktan yakından ilgim yoktur. Evden çıkmayı pek sevmem. Ama işte bu geziden bahsettiklerinde sırf ona yakın olabilmek için katıldım. İki günlük bir geziydi. Dağda, bayırda gezilip fotoğraf çekilecekti. Benim içinse Serpil’e yakın olma fırsatından başka bir şey değildi.

Ona olan ilgimi seziyor ama mesafeli davranıyordu.

Gezi günü ikimiz çıktık dolaşmaya. O, gördüğü her şeyi heyecanla fotoğraflıyor bense ellerinin üzerinde ince nehirler gibi akan damarlarına bakıp öpmek istiyordum. Yeşil damarlar fotoğraf makinesini kavradığında tek düşündüğüm ellerini öpmekti. Bu göl kenarına geldiğimizde garip bir şey oldu, Serpil ağlamaya başladı. Tedirgin oldum. Biri ağlayınca onun yanından kaçasım gelir. Kocasıyla sorunları mı vardı acaba? Bir şey mi olmuştu? Benden mi sıkılmıştı? “Ağaçlar,” dedi “ölmüşler”. Suyun ortasında üç tane ağaç, kurumuş. Baktım. Ne diyeyim ki şimdi, kurumuşlar evet. “Ne ağacıydı acaba bunlar?” diye sordu. Nemli gözleriyle öyle güzel bakıyordu ki benim de ağlayasım geldi. Sait Faik aşkına; hiç bilmem ki adlarını. Benim için hepsi aynıdır; kuş kuştur, ağaç ağaç. Ama tabi Serpil’in karşısında fiyakayı bozmamak için, “Sanırım söğütmüş bunlar, suyun ortasında boğulmuşlar, iyi mi!” diyerek neşelendirmeye çalıştım onu.

“Saçlarını yıkarken boğulmuşlar!”

Serpil cümlesini zor tamamlayıp hüngür hüngür başlamaz mı ağlamaya. Yanına gidip başını omzuma dayadım, ellerindeki nehirlerden öptüm onu. Fotoğraf makinesi düştü suya. “Bak,” dedim, “o da boğuldu.” İyice başladı zırlamaya.

Ah Serpil, ne alem kadındın sen. Beni de boğsaydın ya oracıkta.

Onur Çalı