f600c-iiii

Sonbahardı. Her sabah olduğu gibi, dünya yeniden kurulurken gözlemci olarak kıyı boyunda yürüyordum. Gece konakladığımız bu küçük koyda sadece bal arılarının kanat sesleri duyuluyordu. Balıkçıların kayığa kolay binmek için karpuz irisi taşlardan yaptıkları üç metre boyundaki sekinin yanından geçerken gözüme ilişti. Eğilip baktım. Bir kolu, yorganın dışında kalmış çocuk gibi, taşların arasından dışarıya sarkmıştı. Geçen yılın yavrusu bir ahtapot, burada uyuyordu. Soludukça, üç karış derinlikteki duru, berrak suyu hafifçe dalgalandırıyordu. Bir an kolunu yorganın altına sokmak, örtmek geçti içimden. Komiksin dedim kendime. Yüzükoyun uzanıp nefes alışını seyrettim. Sonra, dayanamayıp sırf muziplik olsun diye koluna dokundum. Yok, amacım uyandırmak değildi. Minik vantuzlarıyla parmağıma hafifçe sarılıp, bıraktı. Demek ki yarı uyanıktı. Bu kez iki parmağımla tuttum kolunu. Bir av yakalamışçasına diğer parmaklarıma, oradan elime sarılıp sıkmaya çalıştı. Büyüklükten ürktü. Aklı karıştı ki, iterek bıraktı. Korkmuştu. Hızla taşların arasından çıkıp bir iki metre açığa yüzüp durdu. Elimi sudan çektiğim için düşmanı göremiyordu. Sekiz minik kolunu kumların üstüne yayıp ne kadar iri ve tehlikeli olabileceğini gösterdi.

“Ne o… kaçırdın mı?” dedi arkamdan bir ses. Dönüp baktım, oralı bir balıkçıydı sanırım.

“Neyi? “dedim.

“Ahtapotu diyom, sen bilmiyon galiba, çok güzel olur bu ufakların salatası!”

“Yok! Kaçırmadım,” dedim. “Kendi kaçtı. Oynuyoz işte.”

“Annamadım” dedi yan gözle arkasını kollarken. “Mahalleden arkadaşız biz, gelir şimdi.” dedim. Denize dönüp, Şakiiir, gel bak kim var burda! diye seslendim. Adam homurdanarak uzaklaşırken Şakir kıyı kıyı yüzüyordu.

Servet Şengül