Sanatın ölmek üzere olduğu bir çağdayız. Bu durumdan sinema da nasibini alıyor. Hafta sonu Kubrick ya da Bergman’ın son filmini izlemek için gitmiyoruz salonlara. Gösterişli ödül törenlerinde de onların yerine başkaları yarışıyor haliyle. Uzun lafın kısası; iyi filmin az üretildiği, üretildiğinde de kendisine izleyici bulmakta zorlandığı günümüzde, imdadımıza festivaller yetişiyor. ‘Festival filmi’ gibi içi boş kavramların oluşa geldiği aynı dönemde, devleti kıç deliğimiz kadar yakından hisseden biz Ankaralıların yapabileceği fazla bir şey de yok.
Devlet Denen İllet
Okuduğumuz gazeteden, giydiğimiz lastik pabuca kadar her şeyin politik olduğunu savunan biri olarak KuirFest’i de kızıl gözlüklerimle izledim, izlediğim her filmi, konuşulan her şeyi devlet denen illetle ilişkilendirmeden edemedim. Her açıdan düşünce ürünü olan devleti, en safları önyargılardan arınmış, herkesin iyiliğini düşünen, tarafsız bir ana olarak görür. Oysa tarih boyunca şiddet uygulamalarını meşrulaştırarak, cinsler arası güç ilişkilerinin baş düzenleyicisi ‘O’ olmuştur. Devleti, toplumsal cinsiyetin kurumsallaşması olarak da tanımlayabiliriz. Çünkü cinselliği denetler: Eşcinselliği yasaklar, reşit olma yaşını belirler, AIDS ve HIV gibi cinsel hastalıklara karşı politikalar üretir. Hem hegemonik erkekliği asker ve polis ile kurumsallaştırır, hem de onların yarattığı şiddeti, tecavüzleri denetlemek için yoğun çaba sarf eder. Hemcinsler arasındaki cinsel sevgi, devletin yasakladığı eşcinselliğin de temelini oluşturur. (Evet, aslında eşcinsellik diye bir şey yoktur, varsa da hepimiz eşcinseliz!) Polis tacizi, sokak şiddeti, ekonomik ayrımcılık, eşcinselliği ve eşcinselleri küçümseme, AIDS korkusu: Tüm bunlar hegemonik erkekliğin araçlarıdır. Devlet eşcinsel eğilimlerini baskılayan kadınlar ve erkekler yaratır ve tatmin edilemeden bastırılan arzular da, eşcinsel bireylere yönelik nefret yaratırlar. Bir grup insan da mevcut düzene nanik yapmak için KuirFest’te bir araya gelir.
Kısalar
KuirFest’in kısalarından ilki bir ıslahevinde geçiyor: The Wilding’de aynı hücreyi paylaşan iki genç erkek birbirlerine aşık oluyorlar, fakat bu diğer mahkumların hiç mi hiç hoşuna gitmiyor. İki genç sözlü ve fiziksel şiddete, tacize ve en sonunda tecavüze uğruyorlar. Peki devlet ne yapıyor? Hiçbir şey, hademe kılığına girmiş, yerleri paspaslamaya devam ediyor. Dolayısıyla iki gencin kendilerini savunmak için şiddete başvurmaktan başka çaresi kalmıyor, böylelikle de ıslahevinden kurtulma şansını tamamen kaybediyorlar. Devletin hapishaneleri gibi, ordusu da tecavüzcüler için elverişli bir ortam sağlar. Bir başka kısa film Bradley Manning Had Secrets, ABD ordusu için ‘şer bölgesinde’ hizmet veren genç bir askerin feminen tavırları nedeniyle orduda yaşadığı zorluklara aldırmayıp, kendini ABD’nin kirli çamaşırlarını dökmeye adamasıyla ilgili. Bradley’in yaptığı pasif-agresif bir intikam değil, düzenin değişmesi için üzerine düşeni yapmak. Tıpkı aşkları için FBI’dan ayrılmak zorunda kalan arkadaşları gibi. Bir diğer kısa Mila Caos bize Küba’daki gey hayatı anlatıyor. İlk sahnede polis tarafından merkeze ifadeleri alınmaya götürülen birkaç trans oldukça cinsiyetçi ifadelerle bu durumdan bıktıklarını ifade ediyorlar. (Hepimizin üzerine düşünmesi gerektiği bir durum bu: Bazen biz de cinsiyetçiyiz!) Henüz on yedi yaşında olan Sebastian’ı polislerin elinden annesi alıyor. Polis merkezinde kocaman Chavez portresi var. Sanırım yönetmen birkaç yıl önce BBC World News’a gözleri yaşlı, “vakti zamanında eşcinsellere çok kötü şeyler yaptık, pişmanız” diyen Hugo Chavez’i affetmemiş. Affedemez de zaten, bir özür tecavüz edilip öldürülen eşcinselleri geri getirmez çünkü.

Belgeseller
Alman Kültür Merkezi’nde gösterilen ilk belgesel Audre Lorde: The Berlin Years 1984 to 1992 siyah, feminist, lezbiyen şairin ABD’deki kürsüsünü terk edip Berlin’de yarattığı değişim hakkında. Lodre, kıyıdakilerden, adında tire işareti olan Afro-Almanlar’ı deneyimlerini yazmaları konusunda teşvik ediyor. Belgesel sayesinde önceleri Batıda yaşayan Afrikalılara katır dendiğini, Berlin duvarının yıkılmasının ardından siyahlara yönelik ırkçılığın artığını öğreniyoruz. Lorde, Batının white, male, hetero (bence bizdeki karşılığı Türk, Sünni, heterodur) kimliğini dayatmasına karşı hayatının son günlerine kadar mücadele ediyor. Gösterilen belgesellerden ikisi ise yerli yapımdı. Ben, Sen, O iki transseksüel kadının deneyimlerine odaklanıyor. İki kadının hayatında da dinin önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Biri bütün ‘kutsal kitap’ları okuyup, “Tanrıdan büyük ayrımcı” olmadığına karar verirken, diğeri çocukluğunda geceleri uyumadan önce sabah kadın olarak uyanmak için dua ettiğini ama bu mucizenin hiç gerçekleşmediğini ve bunun üzerine daha çok dua ettiğini, tarikatlara katıldığını ve iki farklı tarikatta da tecavüze uğradığını anlatıyor. İngilizce ve İspanyolca bilmelerine rağmen iş bulamayıp, fuhuş yaptıklarını söylemeye gerek bile yok. Bir diğer yerli belgesel Hala’da ise kendi köyünde yaşamayı seçen İhsan’ın öyküsü var. Karşı cinsin kıyafetlerini giyip, makyaj yapan, kendini kadın olarak tanımlayan İhsan önceleri köyde kabul edilmiyor. İhsan’ın kendini kabul ettirebilmesi için hayır deme lüksü olmaksızın köylülerin her işine koşması gerekiyor. Cam siliyor, evlere temizliğe gidiyor, tarla sürüyor (eminim izleyen pek çok kişiye Dogville’deki Grace’in halini hatırlatmıştır). Bu hizmetlerinin karşılığında ise köy halkı lütfedip hoşgörülü davranır oluyor. İhsan operasyon geçirmeyi düşünse de köylüler buna sıcak bakmıyor; çünkü öyle bir durumda erkeklerin aklını çelebilir (Eski Ahit’in Tekvin bölümündeki baştan çıkarıcı Havva metaforu), kadınlar kocalarını kıskanabilir… Bu belgesel vesilesiyle hoşgörü denilen şeyin başlı başına bir sorun olduğunu iyice kavrıyoruz.
Paneller
KuirFest kapsamında düzenlenen panellerden ilkinde Ceren Yılmaz, Belgin Çelik ve Buse Kılıçkaya’yı dinledik. Belgin, darbe yıllarında trans olmanın ne demek olduğunu çok iyi bilenlerden. (Yaşı ortaya çıkar diye endişelenmiyorum; darbelerimiz maşallahlık. Zaten onun böyle bir endişesi olduğunu da sanmıyorum.) Bu dönemde operasyonların gey kültüründe çok ‘moda’ olduğunu, fakat doktorların bu karara pek sıcak bakmadığını, cinsiyet değiştirmek isteyen insanları caydırmaya çalıştığını, operasyon yapan doktorların ve transların ise devletin askerleri tarafından yanlış ifadeler vermeye zorlandığını öğreniyoruz. Ceren ise hareketin geldiği noktaya, bunca yılın çabalarına çok güzel bir örnek. Bir armağan: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrenim görüyor. Ondan öğrendiğimiz şey ise, üniversitede erkek bedenine hapisken yaşadığı tepkilerin, transeksüel olmasıyla birlikte ‘kısmen’ azalmış olması. Yani toplum da, devlet de cinselliği kadın/erkek ilişkisi olduğu sürece onaylıyor, kadınsı olmak yerine trans olmayı destekliyor. Ceren ne kadar koltuklarımızı kabartsa da, kanımca en güzel cümleleri hayat sınavından çakan bir orospu söyledi: Buse en genel ifadeyle Cinsiyet Belası’nı özetleyip, Butler’ın performatif kavramına getirdi sözü, meselenin am ve sikten ibaret olmadığını söyleyerek. Buse, trans kadın (ya da erkek) olmayı görsel algılarla tanımlamıyor, toplumun sunduğu kadın/erkek rollerini yakalamaya çalışmıyor, çünkü kadınlığın ölçüsü yok, tektiplilikten uzak; trans ve biseksüel! Peki Buse kadınlığı ve erkekliği tümüyle reddedebiliyor mu? Hayır, aslında istemese de saçlarını sarıya boyamak zorunda ki geceleri fark edilsin, göğüsleri olmak zorunda ki hayatını idame ettirebileceği parayı kazanabilsin! Buse’nin çözümü de Faucoult’nunkini anımsatıyor: Kendinizi tanımlayıp da iktidara özne olmayın!
“Saklambaç”
İzlediğimiz belgesellerden ve katıldığımız panellerden biri Doğu’da LGBTTQ olmakla ilgiliydi. Dünyanın pek çok yerinde olduğu üzere Pakistan’da da LGBTTQ olmak yasal değil. Para karşılığında cinsel ilişki, tuzaklar, polis/devlet korkusu, kötü muameleden ölenler, bunu protesto etme durumunda tutuklamalar var… Eğitimli ve varlıklı olmak ya da apolitik olmak; hiçbiri çare değil Doğu’da. Nedeni İslam. Din o kadar içselleştirilmiş ki, LGBTTQ bireylerin kendisi bile günahkar olduklarını, Allah’ın aslında onlar üzülmesin diye bu tür ilişkileri yasakladığını düşünüyor. Bu içselleştirmeye, köktendinciliğe direnmek gerek, ki iktidarın tanrısal dayanağını devirebilelim.
Bülent Abla
Muhalif olamazsam içim rahat etmez: Festivalde hoşuma gitmeyen şeyler de oldu. Festival mekanlarından Cer Modern’de Aksoy’un 1981 yapımı (tarihe dikkat) Şöhretin Sonu filmini izledik. Filmde Bülent Ersoy’un dramı vardı: Küçüklüğünde bebekleriyle oynayan, annesinin kıyafetlerini giyen, toplumsal şizofreni kurbanı bu kadına seyirci niye güldü, neye güldü ben anlamadım, biri bana anlatabilir mi? Parlamentoda 24 Ocak kararları yerine Ersoy’un ne kadar kadın olup olmadığının tartışılması mı komikti? Kanunun, delirip “Bülent Ersoy kadın değildir!” (“Kürt yoktur!”a benzemiyor mu?) demesi mi komikti? Bir başka kanun figürü psikanalistin kadın Bülent’e “Eski sevgilinize dönün!” (o da kadın!) demesi mi komikti? Evet, sanırım sonuncusu biraz komikti. Kabul; benim kafam da karışık.
Böylece iyi kötü bir festival daha geldi geçti. İyi filmleri ancak yılda gerçekleşen üç dört festival vesilesiyle izleyebilen bir Ankaralı olarak, sabırsızlıkla Mayıs ayında gerçekleşecek Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ni bekliyorum. Ki süpürgeme binip erksiz, cinsiyetsiz, devletsiz diyarlara uçabileyim…
Abdulhalim K.
Ankara’nın Gayrıresmi Gazetesi Solfasol‘un 2013-Şubat sayısında yayımlanan yazının tam metnidir.