“Zeus bizi bir kara yazgıya uğrattı; gelecekteki insanların dillerinde söylenelim diye.”
Homeros

91c38-1013matelda.jpg

Ege Denizinin ortasında güneşi solmuş ıssız bir adaydı Lemnos. İda Dağının gölgesinde, yırtıcı rüzgârların, üzüm bağlarının ülkesiydi. Şarapla kanın birbirine karıştığı bu topraklarda her felaket öncekini unutturan uğursuz bir düş gibiydi. İri taşlardan örülmüş Hayal Sarnıcı, adanın tek tatlı su kaynağı; acıların, günahların, öfkeyle işlenen cinayetlerin kuyusuydu. Sarnıcın suları yılda bir defa Lethe nehrine karışır unutuşun sularında yıkanırdı. Adada yaşayanlar içtikleri her yudumla geçmişlerinden kurtulur, yaşadıkları onca acı, utanç sarnıcın duvarlarına oyulmuş insan suretlerinin yüzlerinde donup kalırdı. Geçmiş aşkları, zulmü, savaşları, ölümleri sadece şairler anımsardı. Şairler ki söz zamanlarda, düş uzamda yaşarlardı. Dizelere sarıp sarmaladıklarını gün ışığından sakınır, karanlıklarında gizlerlerdi.

Sarnıcın suyunun kızıla kestiği zulüm zamanlarından herhangi bir zamandı. Zulümkârlar işlediğim eril suç yüzünden adada taş üstünde taş bırakmadı. Hayal Sarnıcı, yakılıp yıkılan Lemnos Adasının karanlık, dipsiz mezar taşıydı artık. Kim bilir ne zamandır gecenin içinde bekliyordum. Ağaca bağlı gövdemi sarnıcın ağzına götürecek bir parça güç için varlığından hiçbir zaman emin olamadığım tanrıya yakarıyordum.

Semiramis’le birlikte büyümüştük. Zeytin ağaçlarının gölgesinden, denizin tuzundan, poyrazın sesinden kurgulanmış bir öyküydü bizimki. Sevdiğim kadının kokusundan, gülüşünden, öpüşünden bir tanrıça yaratmıştım. Ayın büyüdüğü yıldızsız gecelerde güney rüzgârı kokusunu getirirdi. Yakışıklı değildim, yoksuldum, ona verebileceğim tek hediye sözcüklerimdi. Düşlerdeki sevgilim peçesinin ardında utangaç, karanlığın içinden çıkıp geldiğinde etrafımızdaki nesneler sis varlıklarına dönüşür, bedenlerimiz birbirini anımsardı. Toprağa çırılçıplak uzanır, o vahşi kokuyu duyardık.

Adalılar kadar, çakıllar, kumlar, albatroslar, martılar da tanıktı yaşadıklarımıza. Semiramis’in evlendiği gün bir daha görüşmemeye yemin ettik. Aşk, tutku; hayatı germek demekti. Belki de bir öykü aramaktı kendimizden. Tehlikenin büyüklüğü tutkumuzun karşısında önemsizdi. Önceden kararlaştırılmış değildi buluşmalarımız. Belki de yanılıyordum yüzyıllar öncesinden belirlenmişti yaşadıklarımız. Sevgilim şafak vakti bir gölge gibi karanlığa karışır, derin ayak izleri bırakırdı bende. Göğsümde bir yalnızlık büyür, hiçbir şey yapmadan bir kayalığa tırmanıp yüzümü İda Dağına vererek oturma isteği duyardım. Böyle zamanlarda çılgın bir rüzgârı özlerdim. Günler geceler boyu yeri göğü birbirine katacak, denizin ortasındaki kimsenin bilmediği bu adacıkta düzen diye bilinen ne varsa yerle bir edecek rüzgârı beklerdim. Oysa gündelik işler hiçbir şey olmamışçasına aynı ritimde tekrarlanırdı. Ekinler boy verir, zeytinler dalında çiçek bağlar, bağbozumu hazırlıkları başlar, bebekler doğar, çocuklara bakılır, evler onarılır, düğün dernek kurulur, ölüler gömülürdü. Sevgilim sonraki buluşmamıza kadar kocasının yatağına girer, ona kadınlık ederdi. Hephaitos’un demire şekil veren kaba saba ellerinin sevgilimin saçlarında dolaştığını düşünürdüm. Günün birinde ateşten soluğunun Semiramis’in incecik tenini bir mızrak gibi yırtacağından korkardım.

Ada günlerdir dinmeyen deli bir rüzgâra teslim olmuştu. Denizle kara birbirine karışmış, göz gözü görmüyordu. Günbatımında bir mağaraya sığındık. Zamandan kopmuştuk. Yıldızlardan, bir gök kubbe düşledik üzerimizde. Birbirimizin kuytusunda yüreklerimiz denizde kopan fırtınanın ritmini tutturdu. Sakınımlı yaşayanlardan değildik ikimiz de. Gövdelerimizde insanoğlunun ilk suçunun hazzını duyuyorduk. Gecemizi gümüş bir ay sarmıştı, öyle sanıyorduk. Oysa gün geceyi kovmuş, güneş Lemnos’un üzerinde asılı kalmış. Bizim gece sandığımızsa kendi karanlığımızmış.

Güneş sırrımızı açık ettiğinde Hephaistos’un sövgüleri yeri göğü inletti, bir volkanın ağzından dökülen öfkesi adayı ateşe verdi. Aksayan ayağıyla Lemnos’u karış karış dolaştı. Ailemin erkekleri sarnıcın karanlık sularını boyladı. Yüreğimi, kendi elleriyle dövdüğü demirden bir ağa tutsak etti. Türlü işkence, hakaretten sonra yaralar içinde bıraktılar beni. Akbabalar başımın üstünde dönüp duruyordu. Zulümkârlar gövdemi sarnıcın yanı başındaki ağaca bağlayıp Semiramis’i saçlarından sürüklediler. Acılarından kurtulması için bir an önce ölmesini diledim. Solgun bedeninde kan kalmayıp bir gölgeye dönüştüğünde gözlerime gecenin karanlığı indi. Sevgilimin kanı sarnıcın suyuna karıştı, bedeni derin sularda yitip gitti. Acılar içindeydim. Bağladıkları ağaç, kanımla sulandı, soyumun kanı elmanın mayhoşluğuna karıştı. İşte o an suçumuz gerçeğe dönüştü. İnsanoğlunun ilk suçunu kan tadında dişleyecektiniz bilmeden.

Öldürmeyip yüreğimi sıkıştıran demir kafesle yaşamaya mahkûm ederek bana en büyük cezayı verdiler. Gücüm tükenmek üzereydi. Ada yangına teslim olmuştu. Poyraz yön değiştirince alevler Hayal Sarnıcına saldırdı. İşte o sırada başı bulutlara değen İda Dağından ortalığı birbirine katan bir gök gürültüsü koptu; şimşekler, yıldırımlar yağdı üzerimize. Kıyamet gibi bir yağmur başladı. Sular yükseldi. Lemnos, Ege denizinin üzerinde bir nokta gibi kalmış olmalıydı, ağaca bağlı böylece boğulup gideceğimi düşündüm. Ada batarsa sözcüklerim de denizin dibini boylayacaktı. Aşkımızı, tutkumuzu, acılarımızı, yaşadığımızı, ölümümüzü kimse bilmeyecekti. Fırtına, ağacı sökmüştü, yağmur sularının oluşturduğu küçük bir nehirde sürükleniyordum. Nasıl olduysa sular gövdemi sarnıcın ağzına götürdü. Hayal Sarnıcı çamura bulanmış bedenimi içine çekip en ılık yerinde alıkoydu. Gözlerimi kamaştıran ışık seli karanlık suları yıkadı. Sarnıcın kızıl suyu damarlarımda dolaşmaya başladı, soluk alabildiğimi hissettim. Üşüyordum, sarnıcın duvarlarına oyulmuş taştan suretlerden biri kulağıma, günahkâr şairlerin daha önce duymadığım sözcüklerini fısıldadı. Soluğunun buğusuyla yüreğimin buzu çözüldü. Kalbin işlediği suça gülüp geçti. Sarnıca gizlenmiş sözcükler suyun alıkoyduğu dizelermiş. İçime dizelerce şiir sızdı. Gün ışığının olmadığı gölgeler ülkesini vaat etti. Ağzında unutuşun tomurcukları vardı. Parçalanmış dudaklarımdan öptü. Demirden kafesi artık hissetmiyordum, kalbim hücresinde taşkın bir nehir olmayı diledi. Yeryüzündeki bütün suların ondan gelip ona geri döndüğü Lethe ırmağının deltasını gördüm yüzünde.

Aysun Kara