
Sessizliğin içinde onun sesine alışırsın, hep ordaymış gibidir. Gece, gündüz, alacakaranlık, ikindi fark etmez. Bakmasan da orada olduğunu bilirsin. Ara sıra kısa bedenli, sık tüylü, dumanlı mavi bir görüntü belleğini yoklasa da yok sayarsın.
Hırslısındır, ders çalışırsın. Hep en iyisini yapmak istersin. “Duygusal zihnin, duygusal bir gerçekliği bir anda okuyarak kime dikkat edeceğimizi, kime güveneceğimizi, kimin sıkıntıda olduğunu bildiren anlık sezgiyle karar vermemizi sağlaması büyük bir avantajdır.”*
Cümlenin altını çizerken irkilirsin. Pat, pat, pat… Yine kanat sesleri!
Yavaşça pencereye yaklaşıp pimapenle kapatılmış balkona bakarsın. Aranızda beyaz, sık dokunmuş bir tül ve görüntüyü sislendiren cam vardır. Perdeyi araladığında önce karşıdaki apartmanların gri yüzlerini seçersin. Sonra yerde duran iç içe geçirilmiş boş saksıları, beyaz plastik bidonu, cilası aşınmış tabureyi. Daha önce açık kalmış -fark ettiğin an kapattığın- pencereden içeri dolmuş kurumuş birkaç yaprak ve toz toprak arasında gri mavi telekleri, paçasız ayakları, mora çalan gagayı, solgun bakışları görürsün. Buğulanmış nefesin camda belli belirsiz bir iz bırakır. Umutsuz çırpınışlar başlayınca neden ürktüğünü bilmeden huzursuzca geri çekilirsin. Keyfin kaçar iyice.
Nasıl girdiyse içeri öylece gitmesini istersin! Balkonun kapalı camını bile kendi açsın, senin alanına hiç girmemişçesine yok olsun istersin.
Tik tak tik tak, pat, pat, pat. Zaman ve sesler birbirine karışınca hem zamanı hem onu unutursun. Ertesi gün sevgilin ve arkadaşların gelecektir. Rakı, şarap alırsın, müzik eşliğinde yemek hazırlıklarına başlarsın. Saatler kusursuzca akarken kızlarla telefonda dedikodu yaparsın, sade kahveni içerek dizi seyreder, moral bozucu haberleri es geçersin. Ailen aradığında konuşursun, isteksiz. Sevgilinden ve güvercinden bahsetmezsin. Tek başınalığın sadece sana aittir.
Uyursun, sesler kesilmiştir. Belki de sana öyle gelir. Belki sessizleşenleri aklın da görmezden gelmektedir. Kalbine gelince… Görmese de sezer belki…
Gün arsız bir rüzgârla başlar, hava pis sarı bir toz tabakasıyla kaplanmıştır. Yine de neşen yerindedir. Yemek yaparsın, sofrayı hazırlarsın ıslık eşliğinde.
Bir ara tülün ardından bakarsın balkona. Göremezsin. Rahatlarsın ki hakkındır. Görmemek rahatlatır çoğu zaman hepimizi.
Hazırlıklarını rahat rahat yaparsın. Giyinirsin, süslenirsin, en baştan çıkarıcı kokularını sürersin.
Tam hazır olduğunda arkadaşların gelir. Sonra sevgilin, elinde kocaman bir gül demetiyle. İçkiler açılır, kadehler tokuşturulur, dans edilir.
Evinin dekorasyonuyla, yaptığın yemeklerle kendinden memnunsundur. Kahkaha atarsın bol bol. Etrafındakilere sarılırken yanakların kızarmaya başlamıştır bile.
Alkolün en tatlı arkadaşlığında balkonun kapısını sevgilin açmak ister ilk. Engel olamazsın. Evin içiyle uyuşmayan balkona hızlıca göz atarken görür onu. “Güvercin var burada!” der şaşkınlıkla.
Hiç kimsenin korkmamasına hayret ederek usulca yaklaşır ve bakarsın. Balkonun havasızlıktan ve cansızlıktan ağırlaşmış, sessiz kokusunu içine fazla çekmemeye çalışarak açıklarsın: “Nasıl girmiş, anlamadım!”
Güvercin tamamen hareketsiz, solgun bakışlarıyla plastik bidonun gerisinden size bakar. Sevgilinin hafifçe yaklaşarak ona doğru elini uzattığını görürsün. Yine tek bir kıpırtı bile olmaz.
Sana hiç bakmadan “Biraz su getirsene,” dediğini duyarsın.
Boş bir yoğurt kabına su koyup kaygıyla uzatırsın balkona doğru. Önüne konan kaba güvercin donmuşçasına bakar sadece. Kuyruğu üzerinde birleşen kanatlarında şerit gibi duran daha koyu renk tüyleri fark edersin, sonra da yere yapışmış sivri ayaklarını.
Sevgilin telaşla camı açarken sorar. “Ne zamandır burada?” Sesindeki endişeyi tanırsın.
“Birkaç gün oldu galiba.”
“Camı açsaydın ya!” Her kafadan ses çıkmaya başlayacağını biliyorsundur artık.
Duraksarsın. O an, o kısacık an belleğinde çakar: Balkondaki camın açık kaldığını fark edip hızlıca kapatırken arkadan kulaklarına hücum eden kanat sesleri, ağzına kadar gelen yüreğin, henüz solgunlaşmamış gözler…
“Kapatmışım fark etmeden. Sonra korktum. Galiba… Tekrar giremedim.” Sesinin ezik çıkmasına sinir olursun.
“Şuncağız hayvandan, hadi canım!”
Arkadaşlarınla aranda konuşmalar devam ederken kuşun sabit bakışlarını üzerinde hissedersin. Buzdan bir heykel… Sana bakarken her an kırılacak gibi…
“Abi, şu şenin veterinerlikte okuyan arkadaşı arasak hemen. Yazık, kurtarırız belki garibi!”
Garip diyene içerlesen de belli etmezsin.
Veterinerlik öğrencisiyle konuşmak için sevgilin içeri geçer. Kızlardan biri incitmekten korkarcasına kanadını okşar kuşun. Küllenmiş gözlerinde bile hiçbir hareket olmaz.
Sevgilin gelir, yüzünde tanımlamaya cesaret edemediğin bir şey vardır, sana yabancı… “Konuştum. Ölme hazırlığındadır, dedi. Hayvanlar bunu hissettiklerinde kendilerini dış dünyaya tamamen kapatırmış.”
Sesini duymakta zorlanırsın, öyle alçaktan geliyordur. İçeri doğru seslenirsin: “Müziğin sesini kısar mısınız?”
“Demin kapatmıştık zaten!” der biri.
Gözlerin güvercine asılı susarsın.
Suzan Bilgen Özgün
* Daniel Goleman, Duygusal Zekâ, Varlık Yayınları.
İkinci tekil şahısla yazılmış iyi bir öykü okudum:-)