“Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Bunu da içeriye alın dediler.”
Neşet Ertaş
Okul, sanayi toplumunun bir kurumu olarak düzenlenmiştir. Doğrudan eğitimi çağrıştıran bu kurum 1930’lu yıllarda eleştirilmeye başlanmıştır. B. Russell, Eğitim ve Toplum Düzeni adlı kitabında bu eleştirilerini dile getirmiştir.
1970’lerde İvan İllich, Okulsuz Toplum kitabıyla çağdaş toplumun tüm kurumları gibi eğitim kurumlarına yönelttiği suçlamalarla gündeme gelmiştir.
İllich, okullaşmayı evrensel gerilemenin ve çağdaş yoksulluğun üç boyutunu oluşturan, yani fiziksel çöküntü, toplumsal kutuplaşma ve ruhsal yetersizliğin nedeni olarak görür.
İllich, tabii ki okulsuz toplumun yerine kendince bir eğitim sistemi önerir. Bu sistemin neredeyse tamamı doğayla iç içedir.
Okulsuz toplum önce sol yayınlar arasında okurlarını bulur, 12 Eylül’den sonra İslamcı yayınevleri bu kitabı ısrarla yayınlarlar.
Çünkü onlar için de okulsuzlaşma önemliydi, ama onların bu kurumun yerine getireceği öneri İllich’ten çok farklıydı: ‘Dünyevi’ olandan uzak cemaat okulları. Yani doğadan çok doğayı yaratan ve ona tapınma biçimleriyle siyasi alana sıçrayan okullar.
Doğa Bilgisi, insan etkinliklerinin dışında kendi kendini sürekli yeniden yaratan ve değiştiren gücü, sezgi, zeka ve gözlem yoluyla algılamak, yaşamı bu algılar doğrultusunda sürdürmek demektir.
Doğa Bilgisi toprak, su, gökyüzü ve canlı varlıkların ve onların durumlarının (hikâyelerinin, şiirlerinin, şarkılarının) bilgisidir.
Yoksa dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir okul insanı bilge yapamaz, kişi istediği kadar zeki, eğitimli, istediği kadar varsıl olursa olsun.
Hele Türkiye’de, antidemokratik bir eğitim sistemiyle bilgeliğe yaklaşmak hiç de kolay değildir.
Hiçbir icat, hiçbir keşif, emeğin farkına varan insanın diğer insanla iletişimi ve bu iletişimde kendine özgü bir dil kullanması kadar şaşırtıcı olamaz.
İşte bu özgün dilin okuludur ‘doğa’.
***
Neşet Ertaş’la aynı çağda yaşadığımız için şanslı sayılırız. En azından belleğini yitirmeye yüz tutmuş bir toplum olarak onun türküleriyle büyüdük. Yıllar önce yitirdiğimiz nice halk ozanlarımızın türkülerini, yüreklerini şimdi ne kadar dinliyoruz?
Neşet’in de okulu yoktu. Ama yaşadığı dünyanın öğrencisiydi. Hakkında çok yazıldı, çok söylendi. Tekrara gerek yok. Ama onun, Demirel hükümeti tarafından verilen Devlet Sanatçılığı unvanını reddetmesi, buna gerekçe olarak ‘devletin değil, halkın sanatçısı’ olduğunu söylemesi, tekrar tekrar yazılması gereken bir konudur.
Onun bu kararı, ‘Doğa Bilgisi’nin sonucudur.
Neşet Ertaş, çoğu konserinde, başlamadan önce alkışlar karşısında ezilerek, “ayağınızın turabı, gönlünüzün hizmetçisi olayım” der. Buradaki turab, toz demektir.
Sonra o ezik adam tezeneyi vurur tele; devleşir, koca bir yüreğe döner, izleyicisiyle bütünleşir.
Bu, Neşet Ertaş’ın bilgeliğinin dışavurumudur. Onu oraya getirenin dinleyicileri, izleyenleri olduğunun bilincindedir.
Mütevazılık demeye dili varmıyor insanın; bir ‘kişilik’ dersi, bir ‘insan bilgisi’dir bu.
Halkın gönlüne taht kurmuş hangi sanatçı, yaşayan hangi lider kendisini alkışlayan, kendisine hayran olan kitlenin ayak tozu, hizmetçisi olabilir?
2010 yılında bir cemaat lideri Antalya’da yeni yapılmış bir camiyi ziyarete gittiğinde izleyenlerden biri şöyle bağırır: “toprağın yağmura susadığı gibi sana susadık!”
Lider, “haşa” der. Başka şey demez.
Oturduğu tekerlekli sandalyeyle izleyenlere birkaç selamdan sonra, ardındaki kişiler tarafından sağa sola çevirip izleyenlere gösterilir.
Bir sanatçıyla bir din adamını karşılaştırmak değil niyetim, buradaki karşılaştırma ‘sunulanla izleyen’ ve bunların bize bıraktığı ‘yaşam bilgi’sidir.
***
Neşet Ertaş, kederli ayrıldı.
Devlet töreni istemedi.
Ama bu vasiyeti devlet tarafından hiçe sayıldı.
Salih Mercanoğlu