Vitrinde. Ekose gömleklerin, kanvas pantolonların, hâki eteklerin, deri kayışların, ipsiz sapsız botların, kırmızı çorapların, höhlenmiş balonların, tam ortada bacak bacak üstüne atıp oturmuş noel ananın, bir sprey kutusundan etrafa kusulmuş lapa lapa karın, yerdeki tozun, bozun ve krapon kırpıntılarının ortasında. Üstünü fırfırlı beş vatlık renkli ampuller dönmüş christmas tree’nin tam altında. Öyle sanki asırlardır bakarak, kırpışarak, çipil çipil. Göz göze geldik. Yahut göz göze gelmedik de o sade bir çift gözden ibaretti. Ben yalnızca onu gördüm. O boşlukta. O coşkusu zorlama kış sahnesinin bir ucunda. Bir kaçak gibi beni izleyen gözlerini. Cama yapıştırılmış “Hoş geldin bilmem kaç yılı” yazısının en yuvarlak harfinin rafyalarla süslü ortasından bakıyordu. Vitrin denen yerde ve dondurulmuş bir hayat parçası addedilen. Döndüm. Biri gözlerini unutmuş orda, dedim. Belli ki bir kadın. Etraf boş.
Oysa eski renkleri de yırtıyorlar durmadan. Durmadan değiştiriyorlar vitrinleri artık. El ayak çekilince ortadan. Çekilince kadın gözleri vitrinlerden. Noel anayı kollarına yapışıp götürüyorlar. Soyuyorlar. Çırılçıplak bir polimer elementine dönüşüyor. Bütün karbon bağlarını kopartarak. Çıplaklığından çok karnının sertliğinden utanıyor. Teninin renginden. Yerdeki peruğundan. Uzamayan tırnaklarından. Bacaklarının arasındaki tüysüzlükten. Uçsuz memelerinden.
Yere dökülmüş kırmızıları süpürüyorlar ardından. Krapon sıvaşıklarını. Ampul ölülerini. Giysilerden saçılan bütün o mavileri, morları, yeşilleri, sarıları. Camlardaki karları kazıyorlar bıçakla yerine karton bir güneş asarak. Noel anaya bir bikini giydirip mavi krapondan dalgaların arasına yatırıyorlar. Kıyıda başıboş bir plaj çantası. İçinde taze havlular. Ultraviyole filtreli güneş gözlükleri. Suya dayanıklı güneş kremleri. Elli faktör. Dondurma arabası. Turuncu şemsiye. Plastik kova kürek. Şişme bulut. Bu kez bir yaz çılgınlığı. Tamam.
Geri çekilip camekânlara bakıyorlar bir an. Düğmeleri çözük. Reklam dinli fotoğraflarla gelip. Yanıltarak kimi zaman hayatı bile. Şunu al, bunu koy, kenara çek, hayır bırak o dursun. Yeniden bir oyun. Bak yine. Sırasız, sonrasız, esenlik dolu. Kolalı. Yaşamayı çarpıtan gerçeğinden. Bütün ampuller yanıyor birden birbirine vurarak. O farbelalı ışıklar. Naylon peruklar. Renk renk masallar. Bir dinlenen. Bir daha. Hep daha. Unutulmak istenmeyen. Ağlayarak mırıldanan. Susarak gülünen. Vitrinde kadın gözleri yoruluyor sonra bakmaktan. Bir yarasa gibi iyice ufalıyor içleri. Göz çukurları daha fazla dayanamayıp. İçinden bir safra atarmış gibi. Bacaklarını sıkarak tuttuğu sarı sıcak bir sidiği bırakırmış gibi. Öylece yere fırlatıp gidiyor gözlerini.
Bir çift göz orada. Neye bakar? Kimden saklanır? Neden kaçırır gözlerini ışıklardan? Neyi unutur? Onca seyredip de bu dipsiz çılgınlığı. Hangi sahte mevsime sığınır? Ama birden yağmura tutulmak gibi bir şey. Anafora. Uzamış bir evcilik oyununa kapılmak. Eve dönmeyi unutmak gibi bir şey. Kaçıp giden bir topun ardından öylece bakakalmak. Ya da kaçırılmış bir vapurun. O koyu, çılgın akıntısında hayatın.
Demek bir kadın işte öyle bakarken vitrinlere. Acı bir su kaplayıverdi içini. Başka bir yaşamak aldı onu. Hayaller boşalınca birikip gözlerinden. Yoksulluk, işsizlik, ev telaşı, çocuklar, zatürre, verem. Ha bir kadın vitrinler boyu bambaşka. Kendini bilmeden koşar koşar da. Anlar bir yere varınca. Her sahnede yeni bir dal koparılır içinden. Her hayatın hesabı anlamsızca bir özlem.
Orada öyle kaldı. Gözlerini bırakıp gitmeden önce. Akşam etli nohut, bulgur pilavı. Kaşık sesleri. Akşam bülteni. Reklam cingılları. Tıkırdayan demlik. Suskunluk. Neymiş hayat dediğin sanki. Uğruna didindiğin ne? Yılbaşına baktım hiçbir şey. Yaza baktım hiç iki. Sprey kutusundan fışkıran kardan ve krapon kağıdı denizden başka. Dünyanın bütün halleri plastik, sert bir mankenin giyinip soyunması arasında. Gidip gelen iki mevsime sıkışmış gibi. Böyle durunca. Burada. Sahi hep aynı değil miyiz bu camdan yansıyan ve ölüyoruz işte. Bir kadın öyle uzun uzun bakınca vitrinlere.
Neslihan Önderoğlu