Haydi barikata haydi barikata
Ekmek adalet ve özgürlük için
bandista
Yıkılmak üzere olan avlu kapısından çıktı. Tahta kapıyı emaneten tutturdu yerine. Karşıdaki ekmek fırınının üstüne kediler çıkmıştı; taş attı, kovaladı. Ne sinsi hayvanlar şu kediler. Ekmek yapıyoruz ulan biz orda!
Mahallenin sessizliği bile sis altında kalmıştı, yakalarını kaldırdı iyice. Sol tarafa, dereye ve onun üstündeki Delez tepesine baktı. Ağaç kardeşlerini selamladı. Yağma yok, dedi. Sonuna kadar direniş!
Arnavut kaldırımları zaten yırtılmak üzere olan ayakkabılarını zorluyordu, belediyeye küfrederek yokuşu tırmanmaya başladı. Çıkmaz sokağın başına gelmişti, çıkmazın çıkışına. Tabelaya baktı: Dilsiz Dere Çıkmazı. Mahallenin ruhunu tam olarak yansıtan bir isim. İki üç yaşlı ve Mustafa’dan başka kimsenin yaşamadığı, kalanların çıkışı bulamayan deney fareleri gibi içinde dolandıkları, dere kenarında bir mahalle. Dere dediysek, içine çöplerin savrulduğu kuru bir yatak aslında; adı dere.
Dere kenarına ektiği haşhaşlar ve evin içindeki küçük bahçede yetiştirdiği sebze-meyve yetiyordu Mustafa’ya. Yetiyordu. Bu savaş başlamadan önce neredeyse paraya ihtiyaç duymuyordu bile. Bahçede yetiştirdiği sebze meyveyi yiyor, kendi elleriyle yetiştirdiği haşhaşı hem içiyor hem de başka şeylere ihtiyaç duyduğunda takas ediyordu. Mükemmel bir hayat değildi ama idare ediyordu işte. Ta ki belediye ve onun teşvik ettiği şirket gelip ağaçlarına göz koyana kadar.
Her silahlı çatışma durumunda olduğu gibi, tüm dengeler alt üst olmuştu. Verilen kayıplar, canlar, dökülen kan bir yana, ekonomisi alt üst olmuştu herkesin. Mustafa’nın paraya ihtiyacı vardı artık.
Kasabanın meydanına doğru salınırken camiye giden yaşlılara baktı, hiçbir şey umurlarında değildi. Takunyalarını giymişler, bu soğukta –muhtemelen daha sevap olduğu konusunda vaaz dinledikleri için– soğuk suyla abdestlerini almışlar, öksüre tıksıra caminin içine kaçışıyorlardı. Zaten yaşlılar dışında herkes taraf olmuştu. Yaşlılar ölenler için yas tutma görevlerini kendiliğinden ve büyük bir tevekkülle kabullenmişlerdi, kimsenin anlamadığı bir şekilde mırıldanıp duruyorlardı. Yaşlılığın o acelesiz ve homurtulu dilindeydi hareketleri. Sanki bir tek kendilerinin bildiği bir dilde konuşuyorlardı ve buralarda onları anlayabilecek bir tercüman da yoktu.
Kasabanın meydanına doğru yaklaştığında sesler çoğalmaya başlamıştı. Ağaçları Kurtarma Komitesi, belediyenin hoparlörlerini ele geçirmiş ve müzik yayını yapıyordu. İlçe tarihinde ilk defa hoparlörlerden satılık ev, arsa ve kayıp çocuk ilanı dışında bir şeyler duyuluyordu. İnsanları direnişe çağıran bir marştı bu. Mustafa diğer arkadaşlarını aradı meydanda. Direniş Komitesi, kurtarmaya çalıştıkları ağaçların tam önünde bir siper kurmuş, çatışma sırasında ölen arkadaşlarından vücutları daha az hasarlı olanları ön tarafa olmak üzere üst üste yığarak arkasına mevzilenmişlerdi.
Karşı güçler ellerinde otomatik testerelerle tekrar saldırmaya hazırlanıyorlardı. Mustafa taksi durağının arkasından dolaşıp siperlere ulaşmaya çalıştı. Kıvraklı kadınların arkasına takılıp yürüdü. Konuşmalarından, birilerinin de insanları tarikata çağırdığını öğrendi. Demek belediye dışında bir cepheyle daha mücadele etmeleri gerekecekti. Ama önce ağaçlar!
Mustafa tam sipere varmıştı ki yukarıdan bir kağıt düştü kafasına, mücadeleyi bırakmalarını istiyordu birileri. Sonra sert bir şey daha düştü.
Gözlerini açtığında pencerenin önünde buldu kendini, fazla kaçırmıştı cigarayı. Delez’deki ağaçların tanıdık yeşilliğini görmek rahatlattı. Belediyenin hoparlörlerinden Bandista çalınıyordu.
Onur Çalı
Yazarın Eksik Yıl (2012) adlı kitabında yayımlanmıştır.