0af9c-lado2btevdoradze2b10

Gece, fırtına öncesi bulutlarından ara sıra kendini gösteren dolunaydı.

Yatağında uyuyordu…

Evin hemen yanındaki ahırda, ay ışığıyla yıkanan gövdeyse, sabırla bekliyordu.

Ayakta.

Gündüzler, onlarındı. O işlerini tamamlarken, Doru saatlerce beklerdi, bazen cayır cayır yanan güneşin altında. İşi bitip de yola çıktıklarında, sevinçle, heyecanla koştururdu. Onun hemen arkasında olduğunu, kendisine baktığını bilmek yeterdi, yüreği de koşardı onunla.

Bazen eğilip kulağına öyle tatlı şeyler fısıldardı ki, heyecandan içi çekilir, gözleri dolardı. Dostuydu onun, her şeyi, en yakın yardımcısı. Geceleri bunları düşünüp teselli bulurdu. Olsundu, buna da dayanırdı, töresi böyleydi. Gündüzleri yanındaydı ya, yeterdi. Göz göze geldiklerinde yorgunluğu, acısı uçup giderdi. Gözlerini o gözlere katar, yoğururdu. Başını okşayan ellere bırakırdı kendini. İçi dalga dalga kıyılarına vurur, yüreği ağzına gelirdi.

Ama, akşam olup da ayrılık vakti gelince, bir özlem, bir yalnızlık çökerdi ki içine, yorgunluktan besbeter bir ağırlık bastırır, ayakları tutmaz olurdu. Çekip vursalar beni derdi böyle geceler, sabahı beklerken.

“Madem ki” derdi, “akşamları yanında olmam imkansız, özgür olayım hiç olmazsa, ay ışığını kılavuzum yapıp dümdüz ovalarda, su kenarlarında, ağaçlar arasında rüzgara karşı dörtnala koşayım. Gece, o, sıcacık yatağında uyurken, ben de, yanan içime bozkırın serin ayazını doldurayım.”

Ama buna da izin yoktu. Akşamları herkes evine çekilirken, o da yerine bağlanırdı çünkü.

Kaçmasın diye.

Doru, suskun geceler kadar suskun, gündüzü beklerdi.

Sonunda, o yorgun akşamlardan birinde, yine yerine kapatılırken dayanamayıp dile geldi: “Beni de içeri al. Ya yanına geleyim geceleri, ya da bırak serbest kalayım.”

Bu konuşma öyle gururuna dokundu ki o kadar olur ama yine de her gün göğsüne batan, fırtına olup içinde esen bu cümleyi söylemişti ya…

Ağızdan çıkan, imkansız olsa bile, yine de bir soru işaretini, bir acabayı, umudu taşırdı içinde. Dile getirilen şey belki gerçeğe giden bir yol bulurdu. O da karşısından bir mucize, ıkına sıkına söylediği cümleye bir karşılık bekliyordu. Değil mi ki dile gelip konuşmuştu, bunun bir ödülü olmalıydı.

Karşısındaki, kulaklarına inanamadı. “Ama olur mu, sen atsın!” diye yanıtladı onu, gülerek. Herkes haddini bilmeliydi.

Doru at, ikinci cümleyi kurmadı. Duydukları, kurşun gibi ağırdı. Haddini bilmemiş, türünü unutmuştu.

Ertesi sabah yolculuk güzergahları, taşlarla süslenmiş toprak bir yoldu. Güneşin yükselip gözlere bıçak gibi saplandığı bir zamanda, iri bir taşa takılıp kendini bırakmasıyla, sağ tarafındaki geniş hendeğe devriliverdi. Ön ayaklarından biri diz kapağından kırılıp ikiye ayrılmıştı. Sahibi son anda arabadan atlamış, küfürler ederek Doru’ya yaklaşıyordu.

Yattığı yerde hiç sesini çıkarmadan bekledi. Yazgısını biliyordu. Artık ne onun evine girip yanında olabildiği, ne de o geniş coğrafyada serbestçe koşabildiği o uzun geceler olmayacaktı.

Bir gök gürültüsüyle uyanıp sıcak yatağından fırladı. Doru korkmuştur dedi içinden, dışarı çıkıp ahıra koşarken.

Gülçin Göktay Manka