Size de öyle geliyor mu? Leylâ Erbil gittikten sonra, eserleriyle kurduğumuz ilişki de değişti; daha yakın ama daha serinkanlı bir ilişki kurmaya başladık sanki. Varlığı yakıcı ve mesafe kaynağıydı adeta. Her büyük yazar gibi.
Yazarın varlığı her zaman için metin ile okur arasında bir iktidar figürü olarak rahatsız edicidir zaten. Ama sözkonusu “büyük yazar”lar olduğunda, bu imge çok daha metafizik bir alanda gerçekleşiyor. Üstelik bunun olmasını yazarın kendisi bile-isteye sağlayamaz, yapamaz. “O” öyle olduğu için bu ilişki gelişiverir, kendiliğinden.
Onunla ve eserleriyle kurduğumuz ilişkinin boyutu artık değişti; ama bu yeni hale henüz alışmamız için erken. Alışmaya, öğrenmeye, anlamaya çalışacağız…
Tuhaf bir külliyat
Leylâ Erbil gitti ve kelimenin tam anlamıyla, baştan sona “tuhaf” bir külliyat ile yalnız bıraktı bizi.
Ve üç nokta… Söylenecek daha sözler var, demeye getiriyoruz böylece.
Ama Leylâ Erbil başka bir şey yaptı ve üç virgül koydu bazı cümlelerinin sonuna,,,
Söylenecek sözlerin sonu yok gibi ama hepsi de yarım kalmaya mahkum, demeye mi getiriyordu? Soru işaretinin altına da nokta değil, virgül koyunca…
Erkek dünyasının en büyük iktidar aracı olan dille kurduğu bu “yamuk” ve “queer” ilişki yüzünden uzun yıllar kısıtlı bir okur kitlesi ona yaklaşabildi. Ama tam da bu ilişki sayesinde bugün büyük bir yazardan bahsediyoruz.
Bugünü de dahil ederek, edebiyat tarihimiz boyunca iktidar figürüyle bunca uzun soluklu mücadele içerisinde olan ve bu mücadelesini estetik açıdan eserlerine yansıtmadığı sürece vereceği mücadelenin kadük kalacağının farkında olan o kadar az edebiyat insanımız var ki…
Ama Türkiye gibi hemen her şeyi kendine benzeten bir ülkenin yazarı olarak Leylâ Erbil de bir yandan fena halde Türkiye’ye benziyor — idi.
Aydınlanmacı-Modernist
İktidarla mücadelesini ne sadece aktivizm ile ne de sadece yazılarıyla kısıtlı tuttu Leylâ Erbil. Faaliyet gösterdiği tüm mücadele alanlarının birbirini beslediğinin ve derinleştirdiğinin farkındaydı.
Ama Leylâ Erbil’in iktidardan anladığı neydi? Özellikle de siyasal açıdan.
Örneğin bir iktidar aracı ve yolu olarak dine yaklaşımı çok nettir: “Bizim şaşmaz afyonumuz, dozu değişse de, içi boşaltılmış din, iman, Kur’andır. 1938’den bu yana,” der. Tuhaf Bir Kadın’dan itibaren hemen her eserinde bunun çeşitli yansımalarını görürüz. Tutarlı ve ısrarcı bir tavırla bunun altını ömrü boyunca çizmiştir.
Ama siyasal iktidar açısından baktığımızda, anladığı şeyin ne olduğunu çözmek o kadar kolay değil. Belki bunu açıklamakta, Mehmet Fatih Uslu’nun Karanlığın Günü üzerine yazısından hareketle Yalçın Armağan’ın tespiti yolumuzu açabilir: Leylâ Erbil’in eserlerindeki “öfke”nin sisteme karşı olmaktan kişiye karşı olmaya doğru evrildiğinin görülebildiğini söylüyor.
Tuhaf Bir Kadın’dan Tuhaf Bir Erkek’e uzanan bir öfke cetveli açacak olsak, bu tespitin geçerli olduğunu göreceğimizi düşünüyorum ben de. Bu pek de yabancısı olduğumuz bir durum değil aslında. Aydınlanmacı-Modernist zihniyete sahip hemen her yazarımızda bu yönelimleri görmemiz mümkün.
1950 Kuşağı
Önceleri bir sistem sorunu olarak gördüğü, tespit ettiği alanlarla sistem eleştirisiyle mücadele etmeye başlayan yazar, zaman içerisinde, insanların ne kadar da yavaş ve hantal bir değişim içerisinde olduğunu görmeye başlar. Böylece de dikkati sistemden kişilere doğru döner ve bu kez de “İşte sizin gibiler yüzünden oluyor bunlar,” demeye başlar. Böylece tam da sistemin istediği şey olur; muhatap değişir.
Ne yazık ki Leylâ Erbil de bu yolla Türkiye’ye benzemekten kendisini alıkoyamamıştı. Tüm külliyatı içerisinde Kemalist Modernleşme projesinin olumlamalarının izlerini görmek mümkün. Edebiyatımızın bugüne kadar aşılmamış 1950 Kuşağı yazarları arasında yer alan Leylâ Erbil yalnız değil elbette.
Bugün bir Türkiye Edebiyatı’ndan bahsedebiliyorsak, hiç kuşkusuz bunu çok büyük ölçüde 50 Kuşağı’na borçluyuz. Ama şu iki tespiti de yapmak gerekiyor:
i) 1950 Kuşağı, Kemalist Modernleşme projesinin bir mucizesidir.
ii) Onlar da, bunun farkında olarak ya da olmayarak, bu projenin sürdürücüsü olmuştur.
Şükran ve öfke
1950 Kuşağı hakkında bu iki nokta üzerinden uzun uzun konuşmak ve tartışmak gerekiyor elbette. Leylâ Erbil’in ardından “anma” amaçlı bu yazıda buralara girmemin nedeni ise işin bu yanına henüz hemen hiç değinilmemiş olması. Leylâ Erbil’in ardından, onun hep iktidar ile kurduğu ilişki üzerinden sözler edildi. Ama SoL Kitap eki haricinde neredeyse hiçbir yerde onun Kemalist-Ulusalcı-Aydınlanmacı-Modernist yönünün altı çizilmedi.
Onur Behramoğlu, “Leylâ Erbil’e Son Bir Mektup” yazısında, onun “Mustafa Kemal’i şükranla anıyorum. Düşmanlarına lanet ediyorum,” dediğini söyler. Oradaki belirginleştirme, olumlayıcı bir tavırdan kaynaklanıyordu elbette. Bense bu mevzunun öyle olumlama-tersleme kadar şıpınişi halledilemeyeceği kanaatindeyim.
Bir yazarın Kemalist olmasının, ardında bıraktığı külliyata halel getirmesi sözkonusu dahi olamaz tabii. Dostoyevski’nin ırkçı olmasının, Suç ve Ceza’ya halel getirmemesi gibi. Peki, sorun ne?
Gitmeden önce bizlere bıraktığı iki büyük eserden biri olan Kalan’da özellikle anlatıcı-yazarın çocukluk anıları ve o dönem İstanbul’unda yaşayan azınlıklar önemli bir yer tutar. Yıllar içerisinde onların başlarına gelen olaylar, nüfuslarının azalması, birer beşer uzaklaşmaları…
Son yapıtı Tuhaf Bir Erkek’te ise eleştiri oklarının AKP iktidarına ve onun temsil ettiklerine yöneldiği iyice belli olan bir Kemalist’in azınlık nostaljisi içerisinde, örneğin Sabiha Gökçen gerçeğiyle nasıl hesaplaştığı sorusu, işi çetrefil hale getiriyor bence.
İktidara karşı ömrü boyunca başkaldırdığını, bunu hem eylemleriyle hem de eserleriyle ortaya koyduğunu haklı olarak söylediğimiz Leylâ Erbil’in, Türkiye’nin hâlâ en büyük “baba” figürü olan Mustafa Kemal’e sarılmasını nasıl açıklayacağız?
Peki, buna bakarak Leylâ Erbil’in yaşamındaki ve eserlerindeki direnişi ve öfkeyi nasıl açıklayacağız?
Ama tanrı-devlet?
Leylâ Erbil’in direndiği temel “baba” figürünün “tanrı” olduğunu ve bu nedenle de sistem eleştirisini din üzerinden kurduğunu —bir yere kadar— söyleyebiliriz. Aslı Uluşahin’e verdiği röportajda toplumun ve onu değiştirmenin şartlarının değişmediğini söyledikten sonra “Sistem kendi içinde aynı şekilde duruyor. Bu dinden kaynaklanan bir şeydir. Müslümanlıktan kaynaklanan bir sonuç,” der. Ama bu sözleri kadınların özgürleşmesi bağlamında dile getirir.
Başka bir yerde de “Franz Kafka’nın baba figürü bende devlet olarak yerini almış olabilir. Kafka’nın babası, oğlunu yaralamıştır. Bizim de ömür boyu karşımıza dikilen, şiddete şehvetle düşkün, sömüren, ürpertici olmaktan yıkılmayan, barış ve sevecenlikten nasibini almamış tanrı-devlet var. Size işkence etmesine bile gerek yok, kendini seyrelttirerek verdiği gözdağı yeterlidir. Milyonlarca insanımız bu uğurda mücadele ederek yaşamış ve ölmüşlerdir ama bir adım ilerleme olmuş mudur? Franz Kafka’nın babası hepimizin babasıdır: Sakatlayan, hadım eden, alt edilmek korkusuyla delice geberten baba,” der.
Türkiye’deki bu tanrı-devlet yapısının kurucusuyla nasıl bir hesaplaşma içine girmişti acaba? Girmiş miydi?
Gorgo’lardan kurtulabiliriz
Örgütlenmenin gücüne inanan bir yazardı Leylâ Erbil ama tabii çözümün “avucunun içine dini ve Müslümanlığı almış” AKP gibi bir hükümetle olamayacağını söylüyordu: “Günün birinde olabilir, gorgo’lardan kurtulabiliriz ama ileride bir gün,” diyordu. Mustafa Kemal de bir “gorgo” değil miydi? Kemalizm’in içinden laikliği çıkardığımızda, gelmiş geçmiş en “Kemalist” hükümet AKP olmuyor mu?
“Deliliğe düşkün” bir yazar olarak Leylâ Erbil’in çelişkilerle dolu olduğunu ve bu nedenle de kolaylıkla kısa yoldan tespitlerde bulunamayacağımız bir kalem olduğunu teslim etmek gerekiyor. Ele avuca zor gelir, yakıcı bir zihin var karşımızda.
Leylâ Erbil’in eserleri ve yaşamı üzerine yapılacak tematik çalışmalara çok ihtiyacımız var. Hem ona daha iyi yaklaşabilmek, hem de edebiyatımıza dair birtakım büyük soruları daha iyi tartışabilmek için. Süha Oğuzertem’in hazırladığı sempozyum kitabı Leylâ Erbil’de Etik ve Estetik, ilk ve henüz yegane çalışma. Uzun zamandır köşesine çekilen Yeniyazı dergisinin Leylâ Erbil sayısını da anmak gerekir. Bulabilirseniz tabii.
Her ne olursa olsun, tüm çelişkileriyle bize kendisini açan bir yazar olduğunu görmek gerekir. Onu “büyük yazar” yapan da en başında buydu: “Yazar olmak insanlara kendini açmak demek. İnsanı insana açmak, insana bir şey göstermek demek. İçini göstermek demek en azından. Ama bunun dışında sordukları zaman, aslında ne yaptığını, okura ne yapmak istediğini bilmiyorsun. Ben bu duyguyu taşıyorum. Bazı dilbaz yazarlar, ben şunu yapıyorum, bunu söylüyorum diye ne güzel anlatıyorlar. Benim içimde yok öyle uzun uzun anlatılacak bir şey. Böyle geliyor içimden, böyle yapıyorum.”
İçinden nasıl geliyorsa öyle yazdı, öyle yaşadı. Geriye, bizleri de çelişkiler içinde bırakan bir miras kaldı. Ama bunu kendisi zaten Kalan’da söylemişti: “nasıl birşeyse kendim/belki de uzaklaştıkça bilebildiğim”.
Onu bilmeye daha yeni başlıyoruz…
Bitirmeden not: Son röportajlarından birinde, Aslı Uluşahin’e “Ahmed Arif gibi bir adamın mektupları neden ben öldükten sonra yayımlansın ki, ölmeden göreyim,” demişti. Kısmet olmadı… İş Kültür Yayınları’ndan merakla bekliyoruz bu kitabı. Tabii, arşivinden hazırlanacak belki de daha nice kitapları…
Mesut Varlık
Taraf Kitap Ekinin 31. sayısında (Ağustos 2013) yayımlanmıştır.
Yeni okudum bu yazıyı, nasıl da içimin hissiyatına tercüman olmuş. Bir yandan hepimiz çelişkideyiz, hangimiz netiz ki diyorum bir yandan anlamlandıramadığım bir mesafe. Bir yandan yazmakla ilgili cümleleri ne de güzel diyorum, bir yandan ama bu hikaye… diye cümleye başlıyorum. Leyla Erbil okumaya devam edeceğim elbette, ve hatta onun edebiyat dünyasındaki ister bilinçli ister mecburi duruşuna da saygı duyacağım ama o mesafe ne olur bilemiyorum.