Esra Özdemir Demirci

Adam, gözlerini iyice kısarak seyrettiği televizyondaki spikerin, ekrandan dışarı düşecekmiş gibi duruşuna takılmış gibiydi. Spiker kâğıtlara gömüldükçe, adam da orta sehpanın üzerine doğru eğildi. Neden sonra, çenesi cam vazoya değdiğinde birden uykudan uyanır gibi sıçradı. Yine televizyona dalmıştıişte, yine bir boşluğa düşer gibi düşmüştü kara kutunun içine. Ne savruktu! Ne savruk yaşıyordu. Televizyon başında geçirdiği onca zamanı düşününce korkunç bir yaratık geldi gözünün önüne. Boşa geçmiş zamanların birikmesiyle ortaya çıkan bu korkunç yaratığın gölgesi içini daralttı. Yakasındaki düğmelerden birini açarak rahatlamaya çalışırken, mızıklanıp duran yaramaz bir çocuk gibi yerinde duramayıp bir koltuktan diğerine uzandı.

Kadın, kahvaltı sofrasını hazırlarken ağır çekim bir video kaydı gibiydi; alabildiğince telaşsız ve rahat. Salatalıklar halkalanmış, domatesler tek sıra halinde yerini almıştı. Âdeta askerî bir disiplinle tabağın kenarlarını dolduran bu düzenli birliğin başına bir komutan şarttı. Birkaç dal maydonoz bu görevi üstlenerek, tabağın tam ortasına kuruldu. Masa üzerine dizilmiş tabakların içine sırayla; beyaz peynir, yeşilli-siyahlı zeytin, zeytinin yanıbaşına küçük bir sosluk içerisinde zeytinyağı ve kekik, bir ön sıradaki tabağa reçel, yanındakine ise bal ile terayağ eklenmişti. Ekmekler de kızarınca, kahvaltı sofrası tamamlanmış olacaktı.

Adam, kızarmış ekmek kokusunu alır almaz masaya oturdu. Tabakları bir bir gözden geçirirken eksik arar gibiydi. Bulamayınca durdu, ekmekler nerede kalmıştı. Tam ağzını açıp, kapıya doğru seslenecekken önüne konan ekmek sepetiyle sendeledi. Bu düzen, bu aksamadan devam eden yolculuk hali, son zamanlarda keyfini kaçırmaya başlamıştı. Ben ağzımı açıp şöyle dolu dolu bağıramayacak mıyım, der gibi baktı kadına. Kadın, bu dediğin olmayacak duaya amin, diye cevapladı gözleriyle. Başlarını öne eğip rutin Pazar kahvaltısının sessizliğine gömüldüler.

Kadın, her Pazar oynadığı bu oyundan diskalifiye olmayı bekleyen bir oyuncu gibi, sırayla masaya yerleştirdiği kahvaltı tabakları arasında gezdirdi bakışlarını. Her Pazar aynı şey, diye düşündü. Belki de adam haklıydı. Belki domatesleri biraz daha kalın dilimlese, yahut balı tereyağıyla ayrı tabaklarda getirse, ya da ekmekleri bir defalığına yaksa, düzen bir defaya mahsus bozulabilirdi. Ve belki bozulan düzenle birlikte, sessiz beraberliklerine ses, redsiz kabullenişlerine red gelirdi. Kadın peynir tabağına uzandı, bir dilim peynirin yarısını önündeki tabağa aldı. Sıra adamdaydı. Adam da tabakta kalan yarım peyniri kendi tabağına alarak düzene yenik düşmüştü. Her ikisi de biliyordu aslında, bu böyleydi. Böyle gider miydi?

Adam, dün gece korkunç bir rüya görmüştü. Rüyasında bir hamamın soğukluğundaydı. Az sonra geniş sofaya açılacak kapının önünde, kapı eşiğinden ayaklarının altına doğru hızla akan buharın sıcaklığıyla adeta eriyordu. İçeride, kurnalara dolan suyun şakırtılı sesiyle, hamamtaslarının gümbürtüsü birleşmiş, aralarında bir dil kurmaya çalışırcasına bağırıyorlardı. Adam, kapıyı açarken çıkan gıcırtıdan ürkmüştü. Başını kaldırınca kapı eşiğinde gördüğü tellak, elindeki keseyi işaret ederek sesleniyordu: Tüm kirlerinden arınmaya! Bu ses, yerin ve göğün birleştiği yerden ya da okyanusların dibinden geliyordu sanki.Adam keseye baktı, kapkaraydı. Kimbilir kimleri temizlemişti daha önce… Adam keseye baktı, kese daha da büyüdü. Adam sustukça dev gürledi. Dev gürledikçe adam kirlendi. Tellak sanki bir devdi.

Kadın, reçel tabağına uzanırken elinin üzerindeki kırışıklıkları farketti. Bir buruşuk kâğıt gibiydi şimdi elleri. Bir zamanlar bir mektuba, bir zarfa yakışan o zarif elleri. İki beyaz güvercindi de sanki, bir kafesin içine kapatılıp kalmıştı. Elleri, hapishanede volta atar gibi, kendi çevresinde döne döne kocaman bir boşluk oluşturdu. Boşluk her gün büyürken, tek bir an farkedilmeyi bekledi. Adam, ne o elleri ne de oboşluğu gördü. Uçurum kenarına gelen kör olsa sezerdi tehlikeyi. Kadın ellerini birbirine kenetleyecekken durdu. Uçurumun kenarından baktı adamın gözlerine. Yıllardır gördüğünün aksine, bu sabah farkettiği şeydüşündürdü kadını. Aklının köşesine yazdı: Adama göre kadın ne kadar çok, kadına göre adam ne kadar azdı!

Adam, tekrarlandıkça büyüyecek seslerden bahsediyordu gözleriyle. Kadın, tekrarlandıkça küçülecek… Hep ayrı şeyi görüyoruz aynı noktadan, diye iç geçirdiler. Çünkü, aynı şeye ayrı noktalardan bakıyorsunuz, dedi masanın üzerindekiler. Adamın tabağında, iki zeytin, çatalın ucuyla alınmış bir peynir ve iki dilim domates vardı. Kadının tabağı olduğu gibi duruyordu; bir dilim kızarmış ekmek, yarım dilim peynir, üç zeytin. Dilinde yıllardır beklemekten ekşimiş, yenilir yutulur cinsten olmayan o sözün bıraktığı kekremsi tat. Dilinin ucunda büyüyen o kelimenin eli kalem tutuyor olmalıydı. İçindeki sayfaları tüketiyor, tükettikçe çoğalıyordu. Ben, diyordu aslında o kelimenin kuyusunu kazarım. Ah bir dilim dönse! Dönerken bir değirmen olsa, öğütse öğütse o ismi. Toz etse!

Birden, ani bir iç çekiş gibi, bir âh’ı göğüs kafesinde büyütüp dudaklarından dışarı salar gibi, bir tek an düşünmeden önündeki tabağı kaptığı gibi karşı duvara fırlattı. Beyaz tabağın duvara çarpışı ile yere kapaklanışı arasındaki boşlukta, tabağındaki son zeytini yemekte olan adam, acı bir öksürükle tıkandı. Zeytinin çekirdeği boğazına takılmıştı. Eliyle masanın sonundaki su dolu bardağı işaret ederken kızarmaya başlayan yüzündeki hatlardan yayılan endişe, kadının ayağına takılsın istedi. Böylelikle sendeleyecek ve kendisini farkedecekti. Kadın, duvara takılı bakışını adama çevirmedi.

Adam, son bir hamleyle tekrar kadına masanın üzerindeki suyu işaret etti. Kadın bir yerde takılmış gibiydi. Ritim şaşmıştı işte, düzen bir defaya mahsus bozulmuştu. Enstrümanlar şaşkın! Denge yoktu artık. Terazinin keselerinden biri yere kapaklanmışken, diğeri öylece havada kalakalmıştı. Bu kez olmuştu işte, küçülmüştü aralarındaki dev boşluk. Eriyip kaybolmuştu bir anlık dengesizlikte.

Kadın, duvara baktıkça baktı. Adam dibe battıkça battı.

Son bir öksürük duyar gibi olmuştu kadın, merdivenleri koşar adım inerken. Yalapşap giydiği mantosunun eteklerine basa basa atlıyordu basamakları üçer beşer. Kadın kaçıyordu. Bir çırpınıştan bir feraha, bir dertten bir devaya, bir gerçekten bir rüyaya.

Caddenin, her iki tarafı ışıltılı bir göl gibi hızlıca akan insan kalabalığının içinden sessizce geçerken, yüzünde beliren eğri bir gülümseme olmuştu.

Belli belirsiz sayıkladı: Keşke hepsi bir rüya olsa.

İçinden tekrarladı: Biri şu aklıma güzel bir kese atsa!

Esra Özdemir Demirci

Hece Öykü Dergisinin 44. sayısında (Nisan-Mayıs 2011) yayımlanmıştır.