O günler kan sevicilerin en çok sev(in)diği günlerdi. Balıkların, yosunların ve türlü mahlukatın denizini üstüne geçirmeye çalışan iki yakanın insanları savaşıyordu. Bari deniz için savaşsalardı, ne gezer. Ne için savaştıklarını bilen çok az insan vardı.
Yakanın bir tarafındaki kasabada, yirmilerinin başında bir genç vardı. Adı Ahmet olsun. Bu Ahmet, Mehmetçik olmak istemiyordu. Çünkü bakması gereken bir anası vardı. O olmadan anası aç ve açıkta kalırdı. Savaşanların ise halden anlar yanları yoktu. Cephe diyorlardı, kurtuluş diyorlardı. Ve daha bir sürü şey. Ahmet dağlara sığındı, haftada bir filan annesinin tek başına yaşadığı eve geliyordu. Annesine para ve bulabildiğince yiyecek getiriyordu. Annesi çok üzülüyordu bu duruma ama oğlunun pisi pisine ölmediğiyle avunuyordu. Ta ki o meşum güne kadar.
Diğer yakanın zorunlu Mehmetçikleri (yani kandırılanlar ve Ahmet kadar şanslı olmayıp paçayı kurtaramayanlar) Ahmet’in kasabasını bastılar. Herkesin canı farklı farklı yerlere giderken geriye kanları kaldı, aynı yere toplandı. Kemikler, yanmış deri parçaları, çığlıklar. O kadar çok kan aktı ki kasabanın deresi kıpkırmızı oldu. Yerel bir şair bir marş çıkardıysa da bundan, elinden tutan olmadı, marş tutmadı.
Ahmet haberi alır almaz koşturdu atını. Kasabaya girdiğinde kötü kokuyu ve kızıl akan dereyi gördü. Ölenlerin çığlıklarını tuttu havada, aldı cebine koydu. Ne yapsa bilemedi. Kasabada insan kalmamıştı, gitti ağaçlarla ve kuşlarla yarenlik etti. Sonunda bir canlı sesi duydu. Gitti baktı ki gavurun Mehmetçiği can çekişmekte. Aldı onun elindeki süngüyü önce kendi karnına batırdı sonra da Niko’nun (adını sormuştu).
Olanları tek gözlü kör bir terzi gördü. İçmekten karaciğeri ölmüştü ama yine de yaşıyordu. Onu da dinlemediler. Dinleyecek kimse yoktu.
Onur Çalı