Tahir Paşa Camisi ile İtalyan Katolik Kilisesi’nin sağlı sollu uzandığı sokağın tam ortasında durdu. Orta ile yüzük parmağı arasında bir takla attırıp tespihini bileğine geçirdi. Kilisenin giriş kapısındaki haçta, anlamadığı dildeki yazılarda dolaştırdı gözlerini.
“Sümme haşa!” diye mırıldanarak adımlarını camiye yöneltti.
Araboğlu Makası’ndaki evler dingin bir susuştaydı. Sokağın girişindeki ‘bir liracı’nın, kazıkçı telefoncunun, askeri malzemeler satan Tahsin Dayı’nın dükkânının, bol kepçe et lokantasının ve televizyon tamircisinin kepenkleri yarı indirilmiş, kapılara o bildik levhalar asılmıştı: “Cumaya gittim, gelecem.”
Keramet, arkasına basılmış, defalarca yama görmüş, kösele veya lastik tabanlı, çeşit çeşit ayakkabının yanına kendininkiler için yer açtı. Caminin artık desenleri solmuş, havı dökülmüş halısına bastı ayaklarını; çoraplarını delip geçti serinlik, tabanlarını ürpertti. Bağdaş kurmuş oturan cemaate aleyküm selam deyip yere çöktü. Bileğindeki tespihi yeniden eline alırken, yanı başındaki amcoğluna gözleriyle ne haber dedi, gelen cevabı yine gözleriyle kabul etti.
“Allahu ekber! Allahu ekber!”
Müezzinin eskimiş sesiyle irkildi. Tespihini daha hızlı çekmeye başladı Keramet.
“Eûzu billahi mineş-şeytanirracîm!”
Müezzinin sesi kulaklarına sığmıyor, kulak kepçesinden taşıp ensesine bir şaplak atıyor, oradan boynuna sarılıp gırtlağını sıkıyordu. Zihninden geçmeye başladı başlayacak cümleyi zapta yine gücü yetmedi:
“Eşek anırıyor!”
Ezanın bitmesine, cemaat namaza durmak için ayaklanmasına rağmen, noktasız aynı cümleyi tekrar ediyordu zihni. Bir an sanki dili de cümleyi haykırıyor sandı, korku ile etrafını kolaçan etti. Göğsü patlamak üzereydi.
Herkes mırıldanmaya, eğilip kalkmaya başladığında Keramet cemaatin ezberlenmiş hareketlerine bıraktı kendini. Dudaklarını da onlar gibi oynatıyordu oynatmasına ama bugüne kadar öğrendiği tüm duaları unutmuştu yine.
“El-hamdü lillahi Rabbil-âlemiyn. Ben neyim? Allahım sen koru beni, ben ne yaptım, ben ne ettim? Hiç eşek demek ister miyim? Allahım sen bağışla, sen affet. Affet beni. Dinden çıktım. Çıktım. Sana sığındım. Atma beni. Ben ne ettim? Eşhedü enne. Tövbe dedim, tövbe. Yeter ki bak yüzüme. Güzel Allahım. Iyyâake-nâbüdü ve iyyâakenesteiyn. Çıktım mı dinden şimdi? Kafir miyim? Aklıma mukayyet. Affet!”
Rükuya durdu cemaat. Keramet de titreyen dizlerini ovuşturarak eğildi onlarca adamın arasında. Rükuya eğilince ne deniliyordu?
Bir yılı geçmişti Keramet’in el titremelerinin, kalp sıkışmalarının, zamanlı zamansız uyuşmalarının başlayışı. Ya Allah, ya Muhammed diye sayıklayarak uyandığı uykularından sonra kendini helaya zor atar olmuştu. Gecenin ikisi, üçü, artık kaçıysa, helanın ucuz lastik terliklerini ayağına geçiriyor, duvardaki taharet musluğuna geçirilmiş yeşil üzerine beyaz çizgili hortumla başlıyordu abdest almaya. Bu günahtan kurtulmak için daha kaç defa abdest alması gerekiyordu? Kaç defa daha Yasin-i Şerif’i baştan sona okumalı, mihraplarda uyuyakalmalıydı? Helanın yerlerini ıslata ıslata, önce ayaklarını üç defa, sonra kollarını üç defa dirseğe kadar… Yoksa önce kollar mıydı?
Ağza su kaç kez verilirdi?
Başı mesh etmek hangi yıkamadan sonraydı?
Gözlerini hızlı hızlı kapayıp açıyor, olmadı olmuyor deyip baştan başlıyordu abdeste. Her başlayışında günaha biraz daha batıyordu sanki; kurtuluşu, affı, arınmayı yeniden kaçırıyor, şeytanın ateşli ülkesine gözleri kapalı geri adım yürüyordu. Nas Sübhaneke’ye, Fatiha Kevser’e karışıyor, Keramet elleriyle şakaklarını ovuyor ovuyor, artık morarmış ayaklarını birbirine sürterek bir nebze olsun ısıtmaya çalışıyordu.
Sabah ezanı okunup da namaza kalkan anasıyla babası ışığı yanan helanın kapısını tıklamaya duruyorlardı:
“Keramet, nörün orda?”
“Çıkıyorum, çıkıyorum!”
“Hadin garı, biz de aptez alcaz.”
Tamamlanmamış abdestiyle bin pişman çıkıyordu Keramet heladan. Anasıyla babasının yanında yalandan namaza duruyordu.
Bir gün artık canına tak demiş, bunu çözse Mevlana Hazretleri çözer, haşa, demiş, ta Araboğlu Makası’ndan Mevlana Türbesi’ne kadar yürümüştü. Yeşil çuha kaplı, sarıkları üstüne oturtulmuş kubbeler Keramet’i bağırlarına basmak için kollarını açmış gibi gelmişti. Aylardır ilk kez bir hafiflik hissetmişti içinde. Mevlana’ydı bu nihayetinde, ne olursan ol gel demiş zat-ı şerifti, Keramet gibi bir günahkârı kanatlarının altına almayacak hâli yoktu ya?
Yeşil çuhalı küçük kubbeleri geçip, altın işlemeli devasa kubbenin önünde, yeni cilalanmış parkelere diz çökmüş, ellerini havaya kaldırıp öyle yakarmak istediyse de, türbeyi gezen turistlerden çekinmiş, başını öne eğip fısıltılı bir muhabbete durmuştu.
“Mevlana Hazretleri, sen daha iyi bilirsin. Muhakkak ki sen hepimizden kat be kat üstünsün. Şüphesiz ki Allahın sevgili kulusun. Ben ne edeyim? Ben ne yapayım? Nasıl affettireyim kendimi? Zemzem ırmağında kaç kez yıkanayım? Söyle bana. Söyle ki Allah essahtan var mıdır yok mudur? Bilirim vardır, ama sen yine de söyle. Vardır de. Görmüştür de. O ki, de, karanlık bir gecede, karanlık bir ormandaki, kara karıncanın kara adımlarını sayar. De ki, seni de görmüştür, aklına girmiş, hayalin olmuştur. Beyninin kıvrımlarında adım adım dolaşmış, bütün pisliğini, gühahını, arsızlığını dökmüştür bir bir defterine. De ki… Bak demiştir Cebrail’e, bak da şu zavallı kulumun şirkini gör, gavur dölünün günahlarını gör, gör de söyle cennetimdekilere, onun için bağışlanma dilesinler.
Mevlana’sın, koskoca sarığın… Kaç metre kim bilir kaftanın? Nolur benim yerime git ondan af dile. Ben ne ettim? Bilemedim. Nasıl oluyor anlamadım. Zihnime yok hâkimiyetim. Her ezanda huşu içinde olmam gerekirken biri geliyor, “Eşek anırıyor!” diye fısıldıyor kulağıma. Laf geçiremiyorum. Mevlana’m, iki gözüm, ölmüşlerin ruhuna, senin güzel hatırına, el Fatiha! Bismillahirrahmanirrahim…”
Türbeden çıkıp Alaaddin Tepesi’ne kadar yavaş yavaş yürümüştü. Gözlerine aniden hücum eden yaşları kolunun tersiyle silmiş, bir daha gelmez derken, yaşlar bir daha, bir daha gelmişti. Tepede oturup saatlerce dura ağlaya tespih çekmişti, birbirine karıştırdığı duaları mırıldanmıştı.
Şimdi cemaatin içinde, yüzünden irinler akan bir günahkâr gibi utancın dibine batmış, dikiliyordu. Her an düşüp bayılabileceğini hissediyor, yanındaki amcoğlundan çekiniyor, ha gayret Keramet, diye diye hareketlerini diğerlerininkine uyduruyordu.
Başlar sağa gitti, başlar sola, sonra tekrar sağa. İmam, rahlede duran mikrofonu alıp birkaç kez patpatladı, sonra konuşmaya başladı. Konuştu, konuştu. Sonunda:
“Rahim ve rahman Allah adıyla, peygamberimiz Muhammed’in yüzü hatırına, günaha gark olmuş ruhlara; ölmüşlerin, kafirlerin, zındıkların günahlarını affet Yerebbbim!”
“Amiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiin!”
“Vatanın toprağına, şehitlerimize, Gonya’mıza rahmet eyle Yerebbim!”
“Amiiiiiiiiiiiiiiiiiin!”
Biteviye salladığı bacağına söz geçiremeyen Keramet, iki eliyle kavradı tespihini. Bu dualardan nasiplenebilir miydi o da?
Boğazına yükselip genzini yakan mide suyunu zapt edemeyeceğini anlayınca fırladı kalktı. Ardından şaşkın gözlerle bakan amcoğluna boş verip ayakkabılarının arkasına bastığı gibi kendini Araboğlu Makası’ndan Zafer Meydanı’na çıkan caddeye dar attı. Çocukluğundan beri hızla değişen Konya, sımsıkı başlı gergin kalçalı kadınlar, jarse pardösülere yahut eteklere hapsedilmiş yuvarlak vücutlar, kara çarşaflar, kulağı küpeli delikanlılar, bangır bangır çalan sözleri anlaşılmaz müzikler, son moda spor ayakkabılar ile kalçanın altına düşürülmüş yırtık pantolonlar, hepsi iki yanından akıp giderken Üç Halliler Türbesi’ne vardı. Üç küçük ahı gitmiş vahı kalmış mezar taşını çevreleyen orman yeşili parmaklıklara bütün ağırlığını vererek tutundu. Burulan bağırsaklarını, kavrulan midesini oracığa bırakabilmeyi diledi. Gömleğinin yakasındaki düğmeyi açıp:
“Kurtarın beni,” dedi. “Evliya değil misiniz? Mevlana cevaplamadı beni, belki siz? Şu günahı alın başımdan!”
Parmaklıkları kavramış elleri titrerken, dizlerinin parmaklıkların arasına geçtiğine aldırmadan oracığa çöküverdi.
Gözlerini kapattı.
Bir gün, okuldan çıkıp eve döndüğünde, etli bamya çorbasını içip odasına kapandığında, anası sabahın beşinde yorganını üstünden çekip Keramet’i dürtüklediğinde –Haydin namaza!-, narin bir ceylanın nakışlandığı yumuşacık seccadesine yüzünü sürdüğü ilk andan sonra, Ettehıyyâatü lillahi ile vessalevâatü arasında, gözünün perdesine yansıyan bir kadınla bir erkeğin çıplak dansında, dansın her kıvrımında karıncalanan kasıklarında, ıslanan pazen pijamasında, nasıl katıksız günaha, zeminsiz tövbeye, geçitsiz duaya battığını Üç Halliler’e bir bir anlattı. Dili damağında şakladıkça midesi duruluyor, bağırsakları bungun bir hissizliğe gömülüyordu. Türbenin önünden gelip geçenler ‘vah vah’ dediler bej gömlekli delikanlıya. Keramet’se mikrofona patpatlayan müezzinin sesiyle kendine geldi.
“Allahu ekber! Allahu ekber!”
Gömleğinin yakasındaki düğmeyi sıkıca ilikleyip kalktı. Uzaktan bir eşek, sahur vakti eli kaşınan ramazan davulcusunun davulu gibi anırmaktaydı.
Nazlı Karabıyıkoğlu
Yazarın “İskele” adlı kitabından alınmıştır.