floresceisar

Barış Bıçakçı’nın son romanı Sinek Isırıklarının Müellifi’nde, söz konusu müellif Cemil dosyasını teslim etmek üzere İstanbul’a yola koyulur. Yayınevinde, duvarları kaplayan raflardaki kitapları görünce içini bir eziklik kaplar. Çünkü “Kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanmayan şeylerle doludur. Siz dalgaların arasında boğuşurken edebiyatçılar kıyıda güneşlenip matelerini yudumlarlar. Mate, çünkü en iyi Güney Amerikalılar kıvırıyor bu edebiyat işini.”

Gerçekten de öyle; Latin Amerikalıların hem futbol hem de edebiyat işini iyi kıvırdıkları bir gerçek.

Bizim yaşadığımız topraklar bu gerçeğin oldukça farkında olunan bir yer. Bunu da hem Latin Amerikalı edebiyatçıların bu denli sevilip okunmasından hem de televizyonların La Liga maçları başta olmak üzere maç reytinglerinden anlayabiliriz.

Ama bizim konumuz edebiyat.

Latin Amerika edebiyatı Türkiye’de iyi bilinen, takip edilen bir edebiyat. Büyük yayınevleri başta olmak üzere birçok yayınevi Latin Amerikalı yazarları çeviriyorlar. Bu sevgi ve ilginin ardında belki Türkiye ve Güney Amerika topraklarının ortak kaderi ve kederi vardır. İki coğrafya da, tarihleri boyunca türlü kırıma, zulme tanıklık ettiler ne de olsa. İki coğrafyanın halkları da türlü itibarsızlaştırmaya ve asimilasyona ve daha yakın tarihlerde de askeri darbelere maruz kaldılar. Tüm bunların sonucunda ortaya çıkan isyan, enerjisini ve yansımasını edebiyatta da buluyor doğallıkla. Belki de, Türkiye okurunun Güney Amerika edebiyatına olan ilgisinin izleri –bu nedenle– bahsettiğimiz tarihsel ve toplumsal art alanda aranmalıdır. Bu elbette akademik çalışmayı zorunlu kılacak bir merak.

Bu süregelen merakın sonucu olarak, Latin Amerika edebiyatının klasikleri sayılabilecek yazarların yanı sıra çağdaş ve yeni yazarları okumak fırsatı da buluyoruz: César Aira da edebiyat işini iyi kıvıran Latin Amerikalılardan. Arjantinli. 1949 doğumlu olan yazar çok üretken; 70’in üstünde kitabı bulunuyor ve 2004 yılında yayımlanan “Las Noches de Flores” ile yani “Flores Geceleri” ile Türkiye okurunun karşısına çıkıyor.

Neoliberalizm ve Pizzacılar

Baştan söylemeli; Flores Geceleri her ne kadar bir polisiye olarak sınıflandırılabilecekse de, klasik bir polisiye olmadığı kesin.

Neoliberalizm’in bir sonucu olan ekonomik krizlerin verdiği “özgürlükle” birlikte, orta sınıftan, kendi halinde emekli bir çift olan Aldo ve Rosita Peyró çifti de bir pizzacıda servis elamanı olarak çalışmaya başlarlar.

“Ülkenin üstüne çöken kriz herkese her şeyi serbest kılıyordu; artık kimse kimseye karışmıyordu. Üstelik evlere servis işi yeni sayılırdı ve önceden var olmadığından eski haliyle yenisini karşılaştırmak mümkün değildi. Toplumsal açıdan, yani “komşular ne der” açısından da karşılaştırma yapmak imkânsızdı, çünkü bir tek şu an önemliydi. Neoliberalizm, adı üstünde, dünyaya yepyeni bir özgürlük bahşetmişti. Yeni ekonomik koşullar, zenginliğin kimlerin elinde toplandığı ve işsizlik eski alışkanlıkların içinde farklı alışkanlıkların oluşmasına yol açmıştı. Evsizler de yeni ortaya çıkmıştı ve işçilikten sokakta yaşamaya geçişle orta sınıftan bir ihtiyarın pizza dağıtımına geçişi arasında da paralellik kurulabilirdi. Oysa arada önemli bir fark vardı: evsizler çoğalıyor ve mesleklerini çocuklarına öğretiyorlardı. Aldo ile Rosa’nın ise ne çocuğu vardı ne de mesleklerinin çoğalma ihtimali.”

Yazarın ironik diline iyi bir örnek olan yukarıdaki paragraftan devam edelim: Aldo ile Rosa’nın mesleklerinin çoğalma ihtimali yoktur. Çünkü Buenos Aires’in Flores bölgesinde küçük çapta bir efsaneye dönüşmüş olan bu çift, pizza servisini yürüyerek yapmaktadırlar. Pizzacıda çalışan motosikletli gençlerin aksine, yavaşlıklarından ödün vermeden ve her nasılsa en az onlar kadar hızlı bir şekilde gerçekleştirirler bu dağıtım işini:

“En büyük gizem sürat meselesiydi. Hiç acele etmeden kol kola yürüyen ihtiyar bir çift nasıl olurdu da ters yöne giren, kırmızı ışıkta geçen ve araçlarla yayaların arasından kıvrılarak geçen motorlarla rekabet edebilirdi? Akhilleus ile kaplumbağanın yarışı gibiydi bu. Tek farkı, gerçek hayatta yarış yoktu, rekabet yoktu; herkes farklı boyutlarda ilerliyordu.”

César Aira’nın Labirentleri

Flores Geceleri’ni klasik bir polisiye tanımlamasından çıkaran şey, yazarın kurduğu labirentimsi kurgu yapısı. Öyle ki, romanın ortalarına kadar hiçbir ipucu vermeyen yazar, sürpriz bir ilerleyişle her şeyi ters yüz ediyor. Kendi halinde bir çift olan Aldo ile Rosa’nın tıpkı Flores’in altındaki labirentler gibi olmadık yerlere çıkan geçmişlerini ve kimliklerini öğreniyoruz.

Yine romanı yarılarken, gerçeklikleri (ya da gerçekten kim oldukları) konusunda okurun da emeğini isteyen birbirinden renkli karakterle karşılaşıyoruz. Sözgelimi, “papağanla yarasa karışımı bir yaratık” olan Nardo Sollozo, nam-ı diğer Yıldızlardan Gelen Küçümen ya da ebegümeci denen erkek fahişe. İşte bu kimliklerden hangisinin “gerçek” olduğu, hem yazarın ustalıkla kurduğu labirentimsi kurgunun sonunda hem de düz anlamıyla Flores’in kuzey bölgesinde yer alan labirentlerde ortaya çıkıyor.

İşine düşkün ve dürüst başsavcı Zenón Mamaní Mamaní sahneye çıktıktan sonra, genç bir motosikletli pizza servis elamanı olan Jonathan’ın kaçırılması ve öldürülmesiyle karmaşıklaşan olaylar çözüme kavuşur gibi oluyor. Gibi oluyor çünkü César Aira, romanın ucunu açık bırakıyor. Modern sanatla emlak mafyasından tutun da eski suçlulardan rahibelere kadar birbiriyle alakasız duran birçok öğenin ve kişilerin işin içinde olduğu bir cinayet, yapbozun parçalarını bir araya getiren yazar tarafından çözüme kavuşturuluyor. Ama bir araya getirilen parçaları birleştirmek, son kertede, okura düşüyor ki aslında bu okura bahşedilmiş bir zevk.

“Mutluluk yalnızca romanlarda macerayla, zenginlikle, sevgiyle, güzellikle alakalıydı… Gerçekteyse mutluluk bir bekleyişti, sonsuz bir bekleyiş.” diyor César Aira. İşte bu sonsuz bekleyişte yapabileceğimiz en iyi şeylerden biri okumak. Flores Geceleri de iyi bir roman ve iyi bir polisiye okumanın hazzını sunuyor biz bekleyenlere.

Onur Çalı

Istanbul Art News Edebiyat Ekinde (Eylül 2013, sayı 1) yayımlanmıştır.