Yol, Yolcu ve Yolculuk olarak üç ana bölüme ayrılan, yazarın yolculuk arkadaşına ithaf edilen, dipnotlar, parantezler ve diğer ara başlıklarla sürdürülen Heyulanın Dönüşü hayli otobiyografik bir roman aslında. Ancak gerek bu “bölünmüşlüğü”, gerek anlatım biçimi, içerdiği yoğun düşünce, tartışma ve gözlemler gerekse de alıntılarıyla ve gerçek yaşama göndermeleriyle klasik romanın hayli ötesinde bir anlatı olarak da tanımlanabilir bu roman. Heyulanın bir direniş alanı olarak da kabul ettiği adasındaki köşesinden yazdığı bir günlük olarak da pekala okunabilir bu anlatı: Heyulanın Günlüğü.
Başta yazarın şahsi yaşamına ve tarihine olduğu kadar, kuşağının (78 kuşağı) anonim ve fazlasıyla gerçek tarihine göndermelerle dolu olan bu anlatıda ilk akla gelecek soru Heyulanın kim olduğudur. Zaten yazar, anlatının aralarına serpiştirdiği kılavuz niteliğindeki dipnotlar ve parantezler başlıklı bölümlerde Heyulanın kim olduğuna, özelliklerine dair ipuçlarını veriyor. Heyula, basitçe söylemek gerekirse, “öte tarafı” görmüş ancak geri dönebilmiş kişidir. Bizim Heyulamız, kendi kuşağının ve sonraki kuşaklar da dahil olmak üzere tüm toplumun üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül’ün ardından (ya da hemen öncesinde) sınırları aşıp sürgüne, “öte tarafa” gitmiştir. Heyulanın günümüzden tuttuğu günlüğü, “gerek önceki, gerek öbür dünyadaki, gerekse de sonraki yaşantı”sına aittir.
İlk romanı Eksik Taşlar’da, bu kitaptan da selam gönderilen (“Cunda’da tatildeyken, öbür dünya dönüşü oraya yerleşmiş bir heyulayla tanışmıştım; yanlış hatırlamıyorsam Erdinç’ti adı ya da Erdal.”) bir başka Heyula olan Erdinç’in oğlu Devrim’e anlatmadığı kayıp öbür dünya yaşantılarının izine düşmüştü yazar. Eksik Taşlar’daki Erdinç ketum sayılırdı; ancak romanın sonlarına doğru duymaya başladığımız Erdinç’in sesini, başka bir Heyulanın ağzından bu romanda duymaya devam ediyoruz (Ne de olsa, ne kadar bireyselleşmiş olursa olsun “kolektif” bir kuşağın temsilcisidir Heyula). Heyulanın Dönüşü’nde ise, adından da anlaşılabileceği üzere heyulanın öbür dünya dönüşünde yaşadıklarını anlatıyor Yiğit Bener.
Kitapta çokça anılan Hüsnü Arkan’ın Ölü Kelebeklerin Dansı‘ndaki (Metis Yayınları, 1998) Haldun ile Heyula arasında şöyle bir bağlantı kurulabilir. Haldun ölür ve yeni bir hayata uyandığını fark eder; bizimkine benzer bir dünyaya. Tanrının olmadığı, ödül ve cezanın olmadığı, aynı anlamsızlık ve çaresizlikle dolu bir dünyadır bu. Heyula ise benzer şeyleri “öbür dünyadan” sonra geri geldiği bu “gerçek” dünyada yaşar. O da Haldun gibi hem yeni hem tanıdık bir dünyada yeniden doğurmaya çalışır kendini. Çok şey değişmiştir: simgeler, kıyafetler, siyasi kamplar, insanlar, çocukluğunun Ankara’sı, yakınları, arkadaşları…
Bu roman, Yiğit Bener’in otobiyografik bir anlatısı olarak da okunabilir demiştik. Hakkı yenmiş ve 68 kuşağı gibi “iade-i itibarı” –nedense– verilmemiş 78 kuşağının hem “içeriden” hem de öte dünyayı görme deneyiminden dolayı “dışardan” bir gözle hikaye edilmesi olarak da görülebilir Heyulanın Günlüğü. Yiğit Bener de tıpkı Heyula gibi, bazı şeylerin sırrına ermiştir. Heyulanın dediği gibi, söylenmemiş söz kalmamış olsa da, eski sözleri yeni bir biçimde söylemek de marifet sayılmalıdır. Bu romanında Yiğit Bener’in yaptığı tam da bu: Daha önce başka platformlarda, iktidarsız’da ve Eksik Taşlar’da dile getirdiği bu söylenmiş sözleri başka bir biçimde dile getiriyor.
Heyula nasıl bir cehennem içinde yaşadığımızı anlatıyor ama umutsuz değil. Tüm kitapta varlıkları hissedilen ancak romanın son bölümü “Merasim”de konuşturduğu ölülerden olan amcasının söylediklerine inat, umutlu bile sayılabilir yazar. Bu umuda hem söylediklerinde hem de en iç karartıcı “gerçekleri” bile söyleyişindeki ironide rastlanılabilir:
“Bazı odaklar, toplumun bir kesimine sürekli olarak akıldışı korkular pompalıyordu: Emperyalizm sinsi ve hain oyunlarla başımıza çoraplar örmekteydi… İç ve dış düşmanlarla kuşatılmıştık… Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Araplar, hatta Keçualarla Aborijinler bile bizi mahvetmek için hazırlık yapıyor, önden arkadan hançerlemek için İsviçre çakılarını bileyiciye yollamaya niyetleniyordu… Mahvolmuştuk: Şeriat geliyor… Ülke bölünüyor… Vatan elden gidiyordu…”
Heyula, insani olandan ve insana içkin değerlerden giderek uzaklaşılan, sömürünün, tüketim çılgınlığının, tektipleşmenin sınırlarımızı zorladığı bu keşmekeş içerisinde tamamen teslim olmuş değildir; yenilse bile haklı olduğunun farkındadır. Bu haklılığına rağmen yüksek sesle, sloganvari büyük harflerle konuşmaz:
“Öte yandan, başkaldıranların alternatif toplum yaratmayı becerememiş olmaları, isyan etmekte haksız oldukları sonucunu doğurmaz. Asilerin hayatı karartıldığında, suç, farklı olmayı seçen aykırı bireyde değil, onlara yaşam hakkı tanımayan, yani yeterince uygar olmayı başaramayan toplumda ve devlet düzenindedir. İşte bu nedenle heyula, canilerin hesap vermesi gerektiğini savunmaktan asla geri durmaz. Ancak heyula, bu haklı talebini varoluşunun merkezi haline getirmez. Başına gelenleri sineye çekmiştir, tazminat peşinde koşmaz: Olan olmuştur, kan davası gütmez. Onun tek derdi, benzer faciaların önlenmesine katkıda bulunmaktır. Çünkü belleğini yitiren toplumlar, aynı ilkellik ve kan gölünde boğulmaya mahkûmdurlar.”
Son bir not: Eksik Taşlar’daki heyula Erdinç, oğlu Devrim’i, aynı dizeleri şarkı sözü olarak tanımasından dolayı tatlı sert eleştiriyordu. Sıra, Devrim’in kuşaktaşı olarak bizde: “yok başka bir cehennem / yaşıyorsun işte” dizeleri A. Kadir’in değil; Sivas’ta yitirdiğimiz hekim ve şair Behçet Aysan’a ait güzelim “Sesler ve Küller” şiirinden…
Onur Çalı
Sevgili Onur,Bu kadar dikkatli, özellikle eski ya da dost romanlar arası bağlantıların bile izini sürebilecek derece inceleyici okurlar tarafından izlenmek bir ayrıcalık gerçekten.Bu arada, yeri gelmişken söylemeden edemeyeceğim: \”Ne de olsa, ne kadar bireyselleşmiş olursa olsun ‘kolektif’ bir kuşağın temsilcisidir Heyula\” saptamanıza da bayıldım.Hekimlikten meslektaşım (ve aynı fakültede okuduğumuz) Behçet Aysan’ın dizesinin romanda yanlışlıkla A. Kadir’e mal edilmesine gelince, yerden göğe haklısınız elbette. Okur okumaz beynimden vurulmuşa döndüm; her iki şairin anısına bu özensizliğimle yaptığım saygısızlıktan ötürü yüzüm kızardı. Gerçekten de yok başka cehennem, yaşadım işte! Olur da kitap yeni bir baskı yaparsa, mutlaka düzelteceğim: İnce bir dille ve haklı bir ironiyle kaleme alınmış nazik uyarınızla bana hiç olmazsa bu fırsatı verdiğiniz için size ayrıca teşekkür ederim. Neyse ki, kil tabletleri, papirüs ve parşömenden bu yana kaydedilen “ilerleme”ler sayesinde, kayıtlardaki hataları kalıcı kılmadan düzeltmek kolaylaştı… Son bir dipnot ya da göz kırpma diyeyim: Eksik Taşlar'da, benim kuşağımdan bir baba olan Erdinç'in, sizin kuşağınızdan oğluna yönelttiği tatlı sert eleştirinin bir benzerini ben asla başkalarına yöneltemedim şu hayatta! Aksine, özellikle de benden önceki kuşaklardan gelen bu tür eleştirilere maruz kalan hep ben olmuşumdur… Çünkü şiir dizelerini/yazarlarını doğru hatırlama konusunda sıklıkla sorunlu belleğinin azizliğine uğrayan benimdir… Şekilde görüldüğü üzere! Haklıydılar, haklısınız, ne diyeyim? Görüyorsunuz işte, yazar kısmı ne yazdığına gerçekten dikkat etmeli. Yalnızca başkasından alıntı yaparken on kez kontrol etmekle yetinmemeli. Hep kendisine yöneltildiğini duyduğu bir eleştiriyi, belki bilinçdışı ve anlamsız bir “rövanş” dürtüsüyle bu kez kendisine benzeyen bir roman kişisinin ağzından telaffuz etmeye de asla kalkmamalı. Hele bu işte hiçbir suçu olmayan bir sonraki kuşağa bu yolla haksızlık etmemeli. O ukalalık dönüp dolaşır, yıllar sonra yazar beyimizi vuruverir işte böyle! Eh, ne diyeyim, Allahın (ya da şairlerin) sopası yok… Müstahaktır yazar efendi. Kaşınmış! Ne demiş, şu an adını tam hatırlayamadığım için yazmaya kalkışmayacağım filozof? \”Tevazuyu asla elden bırakmayacaksın yazar efendi, senden büyük okur var…\” :)Sevgi ve dostlukla,Yiğit Bener – 5 Ekim 2011