12a3d-leylim

“Leylâ, Zalım Leylâ!” diyerek başlıyor Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’e yazdığı, elimize ulaşan ilk mektubu. Ve sonra yıllarca süren, karşılıksız bir aşkın hikâyesini okuyoruz mektuplardan. Bazı mektuplar neden eksik, nasıl oldu da kayboldu ya da atıldı, neden Ahmed Arif’te Leylâ Erbil’in hiçbir mektubu kalmadı?… Bu gibi soruların hiçbirinin yanıtlarını bilmiyoruz.

Kendi muamması içerisinde yüzen, bize sadece teslim olup okumayı bırakan bu mektuplar toplamı, pekala bir roman olarak okunabilir. Odağını bir an olsun kaybetmeyen ama o odak etrafında fütursuzca savrulabilen bir roman.

Âşık ile Dost’u

Kilometrelerce uzakta, sadece, sadece fotoğraftan olsun sevdiğinin yüzünü görebilmek için desteyle mektuplar yazan bir şair, bir âşık olarak Ahmed Arif. Kilometrelerce uzaktan, sırılsıklam aşk dolu mektuplar alan, verdiği “dostça” karşılıklarla o mesafeyi karşı taraf için yaşanmaz kılan; ama bir yandan da içinde bulunduğu “kültür-sanat” çevresinin ayak oyunlarına, dedikodu kazanlarına bir türlü alışamayan, yaralanan, yaraları üzerine hınçla dövüşen bir şair, bir dost olarak Leylâ Erbil. (Erbil’in şiirlerinin ne kadarına, nerelerden ulaşabileceğiz? Ulaşabilecek miyiz?)

Şiirimizin fenomen kitaplarından Hasretinden Prangalar Eskittim’in hemen tüm şiirlerinin Leylâ Erbil’e yazıldığını; Leylâ Erbil’in yayımlanan ilk öyküsü “Uğraşsız”ın Ahmed Arif’in dergiye gönderdiği referansla yayımlandığını ve daha nice ayrıntıları öğreniyoruz mektuplardan.

Onunla tutunuyor hayata

Ahmed Arif’in dayanılması güç işkencelerden geçtiğini bilirdik de, o işkencelere Leylâ Erbil’in hayaliyle dayandığını bilmezdik, bilemezdik. Ne vakit evine çıksa ilk işi, posta kutusuna koşup gelen mektup var mı diye bakmak, sonra da kaleme kâğıda sarılıp aşkının yeminini tazelemek oluyor. Onunla tutunuyor hayata…

Anlaşılan o ki Ahmed Arif, yazdığı iki-üç mektupta bir ancak yanıt alabiliyor Leylâ Erbil’den. Elimizdeki mektupların neredeyse yarısından fazlası, neden yazmıyorsun, kelimene muhtacım burada, yollu serzenişlerle dolu. Ama Leylâ Erbil hiçbir zaman düzenli olarak yazmıyor.

Ahmed Arif’in âşık sözlerini iyiden iyiye yükselttiği mektupların ardından, belli ki zehir zemberek yanıtlar gelmeye başlıyor Leylâ Erbil’den. Ahmed Arif için zehir zemberek olan bu sözler, hiç şüphesiz Leylâ Erbil için dostluğun bozulmaması ama aşkın da imkansızlığının gösterilmesi için gerekli görülen müdahaleler. Erbil ne vakit mesafeyi korumaya çalışsa, Arif yıkıntıların altından bir kere daha çıkıyor, çıkabilmek için —aslında kendini ikna etmeye yönelik— satırlar dökülüyor kaleminden.

Olmuyor. Olmuyor.

Ama gün geliyor, Leylâ Erbil evlenme kararı alıyor. Ahmed Arif’in o dönemdeki mektuplarında, kelimelerin arasına gizlenen kırılmışlığını görmek marifet istemiyor. Bunu olabildiğince belli etmemeye çalıştığı için belki de. Kabullenmek zorunda kalıyor. Ama kabullense de kendisine anlatamadığı için, yok mudur bunun başka bir yolu, diye çare peşine düşüyor. Olmuyor.

Yavaş yavaş, kocasına selam etmeler başlıyor, sadece ona destek olmak için yazmaya devam ettiğini söyleyen mektuplar gelmeye başlıyor, “Dost,” diye sesleniyor artık bazı mektuplar. Leylâ Erbil kahveyi sevdiği için paketler gönderiliyor İstanbul’a. Teşekkür için kazak geldiğindeyse iyice kırılıyor Ahmed Arif. O elde durmayan aşk ateşi, yavaş yavaş külleniyor. Bazan günde iki mektup yazılan yoğunluktan, ayda, iki ayda bir yazılan mektuplara bırakıyor yerini. 1959’da, birkaç kırık dökük mektup yazılıyor. Yine “Kulun-Kölen” diye kapansa da. Sonra uzun yıllar hiç ses yok.

3e588-2f8b05ce-a78a-42bf-b0de-9058eafe6399

Nihayet, 1977’de, üzerinde “Son Mektup” yazan bir son mektup. (Sayfanın üzerine “Son Mektup” diye yazan hangisiydi acaba?) “Leylım, İngiltere’ye gittiğini gazetede okudum,” diye başlıyor. Belli ki yıllar sonra yüzünü bir gazete kupüründe, fotoğrafta görünce yazılıyor bu mektup. Kuru ve mesafeli olmaya çalışan, Leylâ Erbil’in yeni yayımlanan romanı Eski Sevgili’nin adının “Ölümsüz” ya da “Sonsuz Sevgili” olması gerektiğini söyleyen (“Neyse, bu konuda fırsat bulunca konuşuruz. Yahut yazışırız,” dediğine göre Ahmed Arif, “Son Mektup” notunu Leylâ Erbil düşmüş olmalı) ve sonra da lafı çocuklara getiren kısacık bir mektup: “Filinta, beşini sürüyor. Bazen boynu bükük ve sonsuz mahzun, bazen şimşek gibi çakıp gürleyen bir çocuk. Fatoş ablasını [Erbil’in kızı] ve seni öper. Ben de güzellik, sağlık ve mutluluğunun sonsuz olmasını dilerim. Fatoş’un gözlerinden öperim. Selâm ve sevgiler.”

Tuhaf Bir “Halit”

Leylâ Erbil, Ahmed Arif ile olan ilişkilerini daima “dostluk” çerçevesinde tutmaya çalışsa da, böylesi mektuplara dayanmak kimi zaman güç olmuş olmalı. Bu nedenle de ilk romanı Tuhaf Bir Kadın’da Ahmed Arif, uzaklardan mektup gönderen Halit karakteriyle karşımıza çıkar:

“Halit aşk mektupları yazmaya başladı. Ama onunkisi aşktan çok edebiyat yapma merakı. Anlıyorum onu. Kasvetli bir Doğu kasabasında sürgün bir genç adam elbette ilk rastladığına âşık olacak. Benim yerimde başkası olsaydı onu da sevecekti. (…) Bana duyduğunu söylediği sevgiyi sanki başkasına duyuyormuş gibi okuyorum mektuplarında; bir roman okur gibi. Objektif bir görüşle çözümleyebiliyorum. Benden başka kimsesi yok biliyorum, sevecek, yazacak. Ben de ona içine cinsel bir vaat koymadan dost mektupları yazıyorum. Benim için çok önemli Halit. O beni yıkarsa ayakta durmam güçleşir sanırım. (…) Halit’e yazdım. ‘O puşt burjuvalara yanaşma kurban,’ diyor, ‘üzerler seni; anlayamazlar benim tek bir kızımı.’ İşte böyle birkaç sözcük ayakta tutuyor beni.” (s. 38-39)

Tuhaf Bir Kadın’daki Halit karakteri, Ahmed Arif’e selam gönderen bir “tipleme” değil. Leylâ Erbil’in yazınsal zekası sayesinde, neredeyse hiç sesi duyulmasa da, bir roman karakteri haline gelir. Kaçma planları kurulur ama denemeleri suya düşer. Kavuşamazlar. Sonra da arkadaşının ağbisiyle birlikte “karanlıkta kutsal evlilik kurumumuza doğru ilerledik,” diyerek biter romanın “Kız” bölümü.

Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’deki etkisi, izi hiç şüphesiz Tuhaf Bir Kadın’daki Halit karakteriyle verilen bir selamla dinecek türden değil. Kimi öykülerinde, romanlarının kimi pasajlarında benzer işaretleri görmek mümkün. Burada ayrıntılı örnekler veremeyeceğim tabii.

1950’ler romanı

Leylim Leylim elbette sadece bir aşk romanı değil. 1950’ler İstanbul’unun ve taşrasının edebiyat ortamlarının ve edebiyatçılarının yaşadıklarının yansıtıldığı bulunmaz bir metin. Devrimci bir şairin o yıllarda taşrada yaşadıklarıyla İstanbul’da yaşananlar karşılaştırma dahi kabul etmiyor. —Edebiyatımızın taşra tarihini kim, ne zaman, nasıl yazacak?

Ve acaba daha kaç mektup kitabı okuyabileceğiz? Artık kağıt üzerine kalemle ya da daktiloyla yazılıp, posta yoluyla ulaştırılan “klasik” mektup türü hayatımızdan —neredeyse— tamamen çıktı. Belki de bu değişimin ilk örneklerinden biri Nezihe Meriç ile Orhan Suda’nın arasındaki mektuplaşmaların kitaplaştığı Aix-Londra-İstanbul Mektupları kitabıdır. 2000’li yıllar itibariyle mektuplar e-posta yoluyla gidip gelmeye başlar.

“Ölümcül, doyamamış, kırgın”

Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’e yazdığı mektuplardan oluşan Leylim Leylim’de, postada kaybolan, belki de ev taşıma hengamesi içinde yitip giden sayısız mektubun da izleri saklıdır. Ama artık e-posta döneminde böylesi olasılıklar neredeyse sıfıra inmiş oluyor. Hayatın rastgeleliği ortadan kalkıyor. E-posta yoluyla mektuplaşmalardan pek ümitli değilim tabii. Bundan sonra çok az sayıda öyle kitap çıkar.

Zira artık hemen hepimiz sosyal medya yoluyla ya da cep telefonu mesajlarıyla iletişim kuruyoruz. Masanın başına oturup, konsantre olup, sevdiğine, dostuna kendini, yaşadıklarını, ruh halini anlatmaya veya onlarınkileri okumaya ne vaktimiz ne mecalimiz kaldı. Belki de bu nedenle, bir dönemin iletişim aracı olan mektupları bir arada okuduğumuzda, bizde bir roman okuduğumuz hissini çağrıştırıyor. Hem de ne roman…

1957 yılındaki, tarihsiz bir mektuptan: “Ölümcül, doyamamış, kırgın bir havada oluşumu bağışla. Naz ya da serzeniş yapmıyorum: Buna biraz da sen sebepsin ömrüm.”

Mesut Varlık 

Taraf Kitap’ta yayımlanmıştır (Ekim 2013).