88261186_3172417752982652_6163613214648041472_o
Melike Şenyüksel

Şehrin sokaklarını arşınlayan yaşlı bir kadın… Neden gözüme takılmış olabileceğini düşündüm de belki üzerindeki paltonun mavisi çağırmıştı beni. Bir şeyler aranır gibi gözlerini hafifçe kısarak bakar mı insan evlerin suretlerine? Bakar. Oturduğum kafenin hemen önünden geçerken herkes gibiydi aslında. Sokağı sokak yapan parçalardan herhangi biriydi. Çayımı yudumlayıp ısınırken, olanca maviliğiyle geçivermişti önümden. Hemen ardında tombul bir sokak kedisi eşlik ediyordu ona. Farkında bile değildi durumun. Kedi, kadında bir koku; kadınsa geçmişten bir yüz arandı belki de kapılarda ve öylesine aynılaştılar ki o an, kediden kadına açılan bir koridor olduğuna yemin edebilirdim. Hani zamanın bükülebildiğinden bahseder ya bazı adamlar…

Kendine sadık bir kış günü; yüz kesen bir soğuk, sokakta gürültü patırtı… Biraz ilerde soğuktan pembeleşmiş yanaklarıyla mendil satan çocuklar, kestanecinin dalgınlıkla yaktığı kestaneleri topluyorlar yerden. Kestaneci küfrü basınca da kaçışıyorlar hep birden. Adam zararda, maşayla kovalıyor çocukları. Başımı çevirdiğimde yaşlı kadın yok oluyor. Şu beyaz Rum evinin tam da önünde durmuyor muydu az önce? Belki eve girmiştir, orasıdır aradığı yer. Kedi de yok.

“Çay ister misin abla? ” diyen bir ses bölüyor düşüncemi. Kafa sallıyorum.

“Şekerleri alabilirsin, kullanmıyorum.”

O an kullanmadığım ne varsa sıralamak geçiyor içimden. Kullanamadığım her şeyi; hakkını veremediğim aşkı, zamanı… Çaycının boşları almaktan öte bir hüneri olmadığını hatırlıyorum sonra. Bunca ağırlığı nasıl alacak? İnce belli bardağın sıcağına kaçıyorum kaşla göz arası. Kalsın şimdi derin analizler filan bir kenarda.

Yolun karşı tarafındaki çöp varilinde gözüm. Çok yalnız. Onu eşleştirecek bir şeyler aranıyorum sokakta. Biraz ötesinde bir cüzdan eskisi… Çöp variline yakınca ama çöp değil. Hemen yanı başında duran soğan kabuğu, hafif bir rüzgârla salınıp yer değiştiriyor; çekirdek çöpleri ve izmaritlerden oluşan başka bir kalabalığın içine dalıyor sonra. Soğan kabuğunun gidişine içerliyor mu, o bile belli değil. Ağzı bir karış açık duruyor. Ona bakıp ne hissettiğimi bulmaya çalışıyorum, ne tuhaf.

Yan masada oturan gençler saatlerdir telefonlarıyla meşgul. Sevgili olduklarını düşünüyorum ama yeteri kadar veri yok elimde. Ne elleri birleşiyor ne gözleri, ne de masa altından dizleri dokunuyor birbirine. Tüm mesaileri telefonlara… Sokaktan gelip geçenlerin adımları hızlanıyor. Havada, utancından saklanmış bir kömür kokusu; belli belirsiz. Karşı aralıktaki kitapçı değil mi şu adam. Evet, o. Elinde kılıksız bir poşetle geçiyor önümden. Yaşlı kadın hala ortalıkta yok. Saatlerdir buradayım, yok mu benim başka işim gücüm, diyorum kendime. Yok demek.

“Havanın yüzünü karattığı bir saatte, evinde çorba kaynatan insanlar” konulu dersin başarısız öğrencilerinden biriyim ben. Saatlerdir buradayım ve üşüyorum. Bunlar hep mavi paltolu yaşlı bir kadın yüzünden olabilir mi?

İş çıkışı elleri kolları poşetlerle dolu insanlar gelip geçiyor önümden. Torbalarına istifledikleri onca şey için tüm gün çalışmışlar. Ayva görünüyor en dipte. Üstüne hurma yerleşmiş. Aman ezilmesin! Ezilmesin diye korunan hurma akşam televizyon karşısında yenecek çünkü.

Beyaz Rum evinin önü saatlerdir boş. Araba park edilmesin diye taşlar konmuş kaldırıma. Boşluğun verdiği huzur ne tuhaf… Asfaltı bile özler mi insan, özler.

Garson çocuk, “Abla ısıtıcıyı açalım istersen?” diyor. “Şalımız da var.”

“Sen bana bir çay daha ver.” diyorum uzun yola çıkmış tır şoförü edasıyla. Liseliler kalktı, geç bile kaldılar. Okulu asıp koskoca bir gün boyunca yaptıkları tek şeyin, telefonla mesajlaşmak olduğuna inanasım gelmiyor.

Gözüm yine beyaz Rum evinde. Cumbasına kocaman bir nazar boncuğu asılmış. Yanı başında yükselen apartmanı umursamıyor, öylesine heybetli. Sanki her an kapısı açılıp dışarı çıkacak yaşlı kadın. Kedi de muhtemel aynı anda belirecek ortalıklarda. Tık yok evde. Belki bir lamba yanıverir birazdan diyorum ama o da yok.

Saatimin kolları uzanıp boynuma dolanıyor bir ara. Şimdi olmaz diyorum, önemli işlerim var. Az daha bekleyelim bakalım, sonraya kim öle kim kala. Liselilerden arta kalan masaya başka bir çift çörekleniyor. Aman cep mesaisine başlamayın siz de. Otuzlu yaşlarında gibiler. Garsonu artistik bir hareketle çağırıyor genç adam. Sanki Portakallı ördek söyleyecek. İki kuru çayla dönüyor garson, çaktırmadan gülümsediğimi de görüyor. Sokağa bakan dükkânlardan birinin daha kepengi iniyor aynı anda, insin.

Eve ısrarlı bakışlarımdan gönderiyorum bir kez daha, nafile. Saatimi ceketimin içine doğru saklıyorum sonra, soğuğa doymuş metali etime değdikçe üşütüyor. Sokak lambaları teker teker yanmaya başlıyor ve yanar yanmaz da etraflarını bir sinek bulutu sarıyor. Bir çay daha…

Siyah bir tekir, ağzında kocaman bir balık kılçığıyla geçiyor önümden. Nevale tamam. Az ilerdeki iş hanının kapısına asma kilit takıyor bir adam. Sonra çöp varilinin yanına eskimiş bir sandalye bırakıp sokağın giderek seyrekleşen kalabalığına karışıyor. Kestanecinin boş bıraktığı kaldırıma keskin bir anason kokusu yerleşiyor. Akşam koyulaştıkça sesler ve kokularla beraber, sokağın dekoru da değişiyor. Kaldırımların sokak lambasına uzak yüzleri giderek kararıyor. Karanfil satan kadına fazla umut vermemiş olmalıyım, geçip gidiyor yanımdan.

Yaşlı kadın, onu bu kadar beklediğimi bilse eminim çıkardı ortalığa. “Evladım, sen deli misin divane misin bu soğukta, kimin kimsen yok mu senin?” diye şefkatle karışık, sorguya bile başlardı. Belki evine filan davet ederdi sıcak bir çorba için. Çakmakla göz göze geliyorum sonra. Masamda kibrit bile yok ama Kibritçi Kız’ım iliklerime kadar…

En iyisi bir çay daha…

Melike Şenyüksel

Sarnıç Öykü’nün 13. sayısında yayımlanmıştır.