00toptas1-4246-0F74-8AC61-e1366489088124.jpg

Bunca saçmalık ne ara birikti? Ne ara meşru hale geldi?

Bunca saçmalık birikirken insanlar ne yapıyordu?

Anlayamıyorum, aklım almıyor…

Memlekette edebiyat eleştirisinin hali ortada, tanıtım yazılarıyla idare ediliyor. Bunu artık hemen herkes söylüyor. Belki de bu yüzden, eleştiri görünümlü, tanıtımı dahi beceremeyen bir yazı türü ortaya çıkmaya başladı.

Yeni tip yazıya bir örnek

Bir süredir bunun üzerine yazmak vardı aklımda. Neyse ki Hasan Ali Toptaş’ın Heba’sı üzerine yazılan bir yazı imdadıma yetişti. Bu yeni tip yazının tüm özelliklerini taşıyordu. Aydınlık Kitap ekinin 29 Kasım’daki sayısında, Süha Demirel’in “‘Heba’nın hikâyesi” başlıklı yazısı.

Yazının ilk paragrafı: “Hasan Ali Toptaş, 1958 Denizli ili Çal ilçesi doğumlu. 1994’te ‘Gölgesizler’ romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü, ‘Hüzünlü Yaz’ romanıyla 1999’da Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü. Son romanı ‘Uykuların Doğusu’ 2005’te yayınlandı. Şiirsel metinler, öyküler, denemeler, çocuklar ve büyükler için romanlar yazmıştır.”

▪Yazarın HAT hakkındaki biyografik bilgilere Wikipedia’dan ulaştığı çok belli. Yazının tamamından zaten, İnternette şöyle bir yazılara bakılıp bilgisayar başına oturulduğu anlaşılıyor.

▪ Toptaş’ın Bin Hüzünlü Haz romanı nasıl olup da Susuz Yaz’ın devam romanı gibi “Hüzünlü Yaz” haline geldi, bilemiyorum.

▪ İkinci cümlenin yüklemine ne oldu?

▪ Toptaş’ın “Son romanı” Uykuların Doğusu ise Heba nesidir?

▪ Wikipedia apartması son cümlenin, Cem Yılmazvari “işte şakalar espriler falan” hali neyle açıklanır?

Yazının ilk paragrafından, yazarın HAT hakkında pek bir fikri olmadığı, bunca ses getiren bir roman üzerine ben de yazayım, dediği belli oluyor. Diyelim ki bir tanıtım yazısından daha fazlasını beklemek haksızlık olur, peki. “Birkaç karakter dışında, hikâyelerde olduğu gibi çok derinlemesine işlenmemiş bolca karakter var ‘Heba’da” cümlesine ne demeli? Yazar, Toptaş’ın edebiyatından haberdar olmadığı gibi, hikâye ve karakter ilişkisi üzerine işkembe-i kübradan yazmakta da bir beis görmüyor.

Ardından, tanıtım yazısının genel formatı gereği, kitabın bir özetini vermeye çalışıyor ama tabii karşısındaki bir HAT metni olduğu için özetlemeye kalkınca ne dediği anlaşılmayan sözler çıkıyor.

Bu özet kısmında, romanın ana karakteri Ziya’nın İstanbul’dan Yazıköy’e taşındığı söyleniyor. Yazıköy romanda geçiyor ama Ziya’nın ayrıldığı şehrin İstanbul olduğuna dair herhangi bir işaret yok. Romanda sadece, Ziya’nın bir büyük şehirde yaşadığına dair işaretler var. Ne yazık ki Heba’nın birçok okuru, o şehri doğrudan İstanbul gibi algılıyor, çokça düşülen bir yanılgı bu.

Hele bir de “Dilbilgisi açısından sıkıntılı cümleler” altbaşlığı altında söyledikleri var ki… Özenin, emeğe saygının (kuru kuruya saygı olsun diye değil, saygısızlık olmasın diye dikkat etmenin) ne derece unutulduğunun açık bir örneği. Bugün hayatta olan ve Türkçe’yi tüm zenginliğiyle Toptaş denli kullanmaya özen gösteren yazar sayısı iki elin parmakları kadarken, kalkıp Toptaş’ın bir cümlesinde kullandığı “ne … ne …” kalıbı için “ikinci ‘ne’den sonra da bir ‘de’ eklenirse cümledeki dilbilgisi sıkıntısı ortadan kalkacaktır” diyebilmek için neye ihtiyaç duyulur? Dilbilgisinde o ikinci “de” şart değildir. Hatta üç-dört “ne” üst üste kullanıldığında dahi gerek yoktur. Sadece konuşmacının ya da yazarın cümlesinde vurgulamak istediği şeye göre değişir; ister koyar, ister koymaz. Yani sadece retorik bir “de”dir o.

İkinci “ne”nin ardından “de” eklememek sıkıntı oluyor ama mesela yazıdaki “Kâh … kâh ta …” kullanımı dikkatten kaçıveriyor!

Yazarın “Dilbilgisi açısından sıkıntılı” diye verdiği hiçbir örnekte “dilbilgisi” açısından herhangi bir sorun yok. Olsa olsa “editoryal” tercih olarak işaret edilebilir, böyle söylense daha iyi olmaz mıydı?, diye. Ki zaten çözümleri de “kanımca” diyerek sunuyor yazar.

Yazının içerisinde kalan “-ara başlık-” ve “HYPERLINK” gibi ibareler nedeniyle yazının hiç okunmadan dizgiye gönderildiğini düşünmüştüm. Oysa yazar, Facebook sayfasında “Ayrıca romandaki aşırı derecede fazla olan askerlik anılarıyla ilgili de bir tenkitim olmuştu ama Aydınlık Kitap Eki, ya yer yokluğundan ya da başka nedenlerle eleştirimin o kısmını çıkarmış yazımdan,” demiş. Demek ki dizgiden sonra okuyup kontrol eden olmamış dergiyi…

Toptaş’ın Heba’da kasten kullandığı, bugün artık bir kısmı kullanımdan kalkmış olan kelimeler hakkında söylediklerini ise dikkate almaya bile gerek yok. “Tavsamak”, “belertmek” kelimelerini Ege yöresine ait sanıyor; hasılıkelam, âbâd, tebelleş, gibi kelimelerden dahi habersiz vs. vs… Bu kelimelerin anlamını öğrenmek için baktığı TDK’nın vaktiyle hazırladığı Derleme ve Tarama sözlükleri, acaba bu sözcükler unutulmasın diye mi; yoksa unutulacaklar listesi olsun diye mi hazırlanmıştı?

Tabii bu derinlikteki “dil” bilgisi insana “Dilimizin Türkçeleştirilmesi çalışmaları İttihat ve Terakki Cemiyeti ile başlamıştır,” cümlesini kurdurtabiliyor. Hadi bunu da geçtik, deseniz de yazı sizi bırakmıyor, daha iyi bir örnek sunuyor. Dikkatinizi dağıtmadan, bir kerede okuyun lütfen: “Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilmesiyle, ‘Çoğul Dizge’ kuramı esas alınarak, Türk Kültür Repertuvarını yaratmak adına; Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu Edebiyatından seçilen eserlerin dilimize çevrilip Türkçeye kazandırılması ile Çağdaş Türk Edebiyatını oluşturma çalışmaları günümüzde de devam etmektedir.” Algı testi gibi bir cümle: Kendinizi teslim edince bir şeyler anlar gibi oluyorsunuz ama odaklanınca kafanız karışıyor.

Neyse ki tanıtım formatının gereği yazının sonunda yerine getiriliyor ve “…hoş ve okunası bir roman ‘Heba’…” ibaresiyle kapanıyor yazı. Yazar Facebook sayfasında “Bundan sonra her Cuma, kitap ekinde, kitap ve çeviri eleştirilerimi okuyabileceksiniz. Herkese iyi okumalar dilerim…” demiş. Hayırlı olsun…

Yeni tip yazının özellikleri

Süha Demirel’in yazısı sadece bir örnek. Bu türde sayısız yazı kaleme alınır, yayımlanır oldu. Aşağıda bu “yeni tip yazı”dan yazmak isteyenlere bazı püf noktaları çıkardım. Ne tesadüf ki bazılarını çokça bilinen yazarlar da uyguluyor:

► Ne olursa olsun “üst perdeden” yazın. Hâkimiyetinizden şüphe edilmesine izin vermeyin.

► Yazacağınız konu/kişi/yayın hakkında İnterneti karıştırmanız, oradaki verilerden edindiğiniz “kanaat” yeterlidir. Ayrıca kulaktan dolma bilgiyle kontrol edilmiş bilgi arasında hiçbir fark yoktur. Tek gereken; kanaatiniz yönünde okuru ikna etmektir.

► Dil ya da anlatım hataları bulabiliyorsanız, dikkatli bir okursunuz demektir. Bunlara yazınızda özel bir yer ayırmayı unutmayın.

► Eleştirdiklerinizi sizin de yapıyor olmanızın bir önemi yok. Nasılsa, Cambaza bak! deyince, insanlar —genelde— sadece cambaza bakar.

► Tespit ettiğinizi düşündüğünüz noktalardan emin değilseniz, üst perdeden konuşmaya devam edin, çok gerekiyorsa “bence”, “kanımca” gibi kelimeler atın araya. O kadarı yeterli olacaktır.

► Saygı, özen gibi şeylerle vakit kaybetmenize gerek yok. Putkırıcı olduğunuza dair bir imge oluşturmanız yeterli. Ayrıntıları kimse hatırlamayacaktır.

► Konuyla uzaktan alakalı da olsa, yazınızın bir yerlerinde tarihsel bilgilere muhakkak yer verin. “Tarihsel gerçekler”den bahseden yazarlar daima güven telkin eder, saygı uyandırır.

► Yazdıklarınızı tekrar tekrar okumakla, varsa yanlışlarını düzeltmekle, beslenmesi gereken yerler üzerine çalışmakla, okurluğuna güvendiğiniz dostlarınızdan fikir almakla vs. vakit kaybetmeyin. Bitmişse bitmiştir; nasıl olsa kimse dönüp yeniden okumayacaktır. Okurda arta kalan duygudur aslolan, ona odaklanın.

► Yazdıklarınızı eleştiren olursa, keyfini çıkarın. Sonuçta, meyve veren ağaç taşlanır…

Anlamıyorum…

Aklımıza gelen her şeyin “düşünce” olmadığını ne zaman kabul edeceğiz?

Özen ve emeğe saygıyı ne zaman —yeniden— prensip olarak kabul edeceğiz?

Bunca saçmalık ne ara meşrulaştı?

Mesut Varlık

13 Aralık 2013 tarihli Taraf Kitap’ta yayımlanmıştır.