Söyleşi: Mesut Varlık
Başar Başarır ismi uzun yıllardır duyulmuyordu. Küçük bir öykü meraklısı grup içerisinde ismi geziniyordu, o kadar. Sonra bir şey oldu ve bir yıl içerisinde iki kitapla birden çıkıverdi: Düzenboz ve sonra da Teklifinizle İlgilenmiyorum. Bir tür yeniden doğuş gibi, nispeten geniş bir okur kitlesinin dikkatini çekti, sevenlerinin sayısı hayli arttı. Başar Başarır’a bu “yeni” dönemi hakkında kafama takılan bazı soruları yönelttim.
Uzun yıllar ara verdikten sonra Düzenboz ile okur karşısına çıkmıştınız. Üzerinden bir yıl geçmeden Teklifinizle İlgilenmiyorum geldi. 22 yılda yanılmıyorsam yedi öykü kitabı yayımlamış oldunuz böylece. Yazarlık kariyerinize baktığınızda üretkenlik periyotlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz? “Yazma açlığı” ne zamanlar dayatıyor kendisini?
Sabit bir hızım olmadığı, sabit bir hıza henüz gelemediğim aşikar. Bu da beni yazın dünyasının hamam böceği yapıyor. Ne zaman, nereye doğru yöneleceği bilinemeyen bir böcek. Zararı yok. Mesele bununla şahsen, yani iç dünyada baş edebilmek. Çünkü yazma açlığı hep var. “Yazsam yazarım” duygusu her an içimdedir. Ama bazen pozisyon olmuyor. Zaman ve enerji bulmak lazım. Güç yetmiyor. Bazen moral yetmiyor.
Beni motive eden şeylere bakınca, pek tepkisel değilim. Öfkeyle, kızgınlıkla, kırgınlıkla yazmıyorum. İç dökme, boşaltma hadisesi değil benim için yazmak. Neşeyle, meserretle, şenlikle yazıyorum.
Uzun bir aradan sonra neredeyse bir yıl içerisinde iki öykü kitabı birden yayımladınız. Pandora’nın kutusu —yeniden— açıldı mı demeli; yoksa Başar Başarır öykücülüğünde yeni bir döneme, yeni bir üretkenliğe işaret olarak mı düşünmeli?
Yeni bir dönem, evet. Üretkenlik, bilmiyorum. Yenilik şu kadar ki, son iki kitabın tarzı ve söyleyişleri öncekilerden biraz daha farklı. Aradan geçen sekiz yılın izi bu. İnsan ne yaparsa yapsın, yaşlanan bir hayvan. En azından şahsen ben daha gevşemiş, rahatlamış, sükun bulmuş hissediyorum kendimi ki bu da yazıya geçiyor. Hayatın mühim kısmı bir şey olmak, şu olmak, bu olmak değil. Yapmak, bir şeyler yapabilmek, ortaya çıkarabilmektir esas olan. Yani en azından ben öyle anlıyorum hayatı. Ancak bu sayede mutluluk, tatmin, huzur gelir bulur insanı.
Düzenboz’daki ben-sen-o-biz-siz-onlar sistemindeki dil, Teklifinizle İlgilenmiyorum’da yerini birbirinden bağımsız, öykünün kendi gereksindiği dile boyun eğdiği bir yapıya bırakıyor. Düzenboz’u sıralı bir şekilde yazdığınızı söylemiştiniz; Teklifinizle İlgilenmiyorum nasıl oluştu?
Düzenboz, baştan sona bir proje kitaptı. Önce bir kabuktu. Sonra içi doldu. Sırayla doldu. Teklifinizle İlgilenmiyorum ise klasik bir öykü kitabı. Herhangi bir sıraya ya da tasarıma göre de yazılmadı. Kitap içindeki sıralamayı, öykü öznelerinin dağılımına göre yaptım. Ben-o-biz diye başlıyor ve öyle gidiyor. Buna ısrarla dikkat ediyorum; çünkü iki farklı “ben” öyküsel anlatıcının arka arkaya gelmesi bir okur olarak çok canımı sıkar. Öyküler tek tek yazılıyor ama öykü kitabı bir okuma yolu çiziyor. Buna dikkat etmek lazım. Bu kez yazdığım on öyküyü önüme koydum, belli bir sıraya dizdim. Sonra içlerinden birini çıkardım, tekrar dizdim. Bu haliyle bana fena gelmedi.
Bir söyleşimizde kızınızı ekran başından uzak tutmaya çalıştığınızı söylemiştiniz. Bir medya kurumunda üst düzey yönetici şapkanızla, düzeni sorgulayan ve ondan yana kimi rahatsızlıkları olan yazar şapkanız arasında nasıl bir ilişki sözkonusu?
Şizofrenik bir durum elbette. Gündüz ak dediğime, geceleri kara diyorum. Sadece TV ekranı değil, her türlü ekrandan uzak durmalı çocuklar. Biz bilgisayarla 20’li yaşlarımızda tanıştık. Uyum göstermekte hiç zorlandık mı? Bilgisayar faresinin icadını gördük, yaşadık. Dokunmatik ekranlar şu son 10 yılın işi. Bize zor geldi mi? Hayır. Çocuklarımız da teknolojiyi biraz geç tanısalar adaptasyonlarında hiçbir sıkıntı olmaz. Ancak 15 yaşına dek okuma alışkanlığını kazandıramadığınız bir çocuk, o saatten sonra kolay kolay kitaplara dönmez.
Başar Başarır’ın gerçekleri bazan sarakaya alan, humorlu bir dili var. “Dalga geçmek, cinayet işlemenin deplasmanıdır,” sözünden hareketle, bir yazar olarak “günümüz gerçeği” ve “edebiyatın gerçeği” arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz?
Şöyle söyleyebilirim: Benim için bizatihi yazmak, günün gerçeğiyle ilişki kurmanın bir yoludur. Burada yazmaktan kastım sadece masanın başına oturup kelimeyi yazıya dökmek değil. Düşünmek, düşlemek, gözlemlemek, malzeme toplamak, araştırma yapmak ve uydurmaktan oluşan tüm süreç. Eskilerin söylediği bir söz vardır; görmüş-geçirmiş, derler. Hatta Ahmet Emin Yalman’ın hatıratının başlığı “Gördüklerim ve Geçirdiklerim”dir. Bu deyiş aslında yaşanmışlıkların değerine işaret eder. Günümüz gerçeği yazarın içinden geçerek yazıya doğru sızar. Modernistler, göremeyecek kadar yakınlaştığımız bazı gerçekleri yabancılaştırma aracılığıyla gözümüze sokardı. Edebiyatın kurmaca gerçeği de, benzer bir işlevle kanıksadığımız, rahatsız olmayacak kadar uyum sağladığımız güncel gerçekleri bize tekrar hatırlatıyor. Nasıl demeliyim, bir yerlerimize sokuyor, sokmaya çalışıyor herhalde.
Kendinizi edebiyatımızın içerisinde hangi kalemlerle —“bayrak teslimi/devamı” açısından düşünerek— ilişkili görüyorsunuz? Örneğin, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan —Salâh Birsel’in başka açılardan zenginleştirdiği— İlhami Algör’e uzanan bir kanadın içerisinde görüyorum dilinizi. Ne dersiniz?
Bu konuda ahkâm kesmek bana düşmez. Öyle diyorsanız öyledir. Hepsi de muhabbetle, andığım isimlerdir.
Teklifinizle İlgilenmiyorum’da argo ya da sokak dilinin deyimleri çokça kullanılıyor —hatta belki “fazla” olduğunu düşünen okurlarınız dahi olmuştur. Bu bir yanıyla da hız çağı içerisinde kaybolmaya yüz tutan bu deyimlerin kaydını tutma kaygısı mıdır?
“Anan erik, baban koruk, sen nereden geldin a teberik?” demiş. Bunlar halkın ağzında ve hayatında olan şeyler. Bir zenginlik. Ben Türkçe’yi öyle büyük bir bağlılıkla, hayranlıkla seviyorum ki güzel bir şey duyduğumda derhal not alıyorum. Arada öyle laflar çıkıyor ki insanların ağzından, argo mu argo ama şahane bir hikâyesi, insanı kendine âşık eden bir tınısı var. Evet, benimki bir çeşit kayıt tutma arayışıdır. Yazıktır çünkü, ölmesin bu sözler, en azından bir kenara yazılsın. Ama öte yandan söylemekten, kullanmaktan, bir biçimde denk düşürmekten şehvetle hoşlanıyorum. Yani sadece amme hizmeti değil, şahsi çıkarım da var.
“Drakula” adlı öykünüzde “Kalemden büyük silgi lazım bana,” diyen yazardan “Bulmak değil, aramak peşinde bu kalem,” sözlerini okuyoruz. Bulmaya teşne kaleme, aramayı hatırlatan silgi mi oluyor, sizin için?
Güzel nokta. Öyle düşünmemiştim. Sonuç odaklı insanlar vardır. Karınlarını doyurmakla ilgilenirler sadece. Süreç odaklı insanlar vardır. Onlar da yemek yerler ama sofranın kuruluşunu da en az yemeğin kendisi kadar önemserler. Hataya çok açık bir genelleme yapmak gerekirse, erkekler çoklukla sonuç, kadınlar de ekseriyetle süreç odaklı olurlar. Bulmak değil aramak (ya da menzil değil seyahat) işte bu farka işaret etme çabasıyla kondurulmuştu metne. Kalem/silgi ikiliği de sonuç olarak tam aynı kapıya çıkıyor. Çünkü yazıp bitirmek değil, yazıyor olmaktır esas olan. İtiraf ediyorum, benim kastım başkaydı.
Edebiyatımızın bugününü ne kadar takip edebiliyorsunuz?
Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Takip edeceğim, diye helak oluyorum diyebilirim. Öncelikle iyi ki yazılı basın var. Gazeteler ve dergiler hâlâ en temel bilgi kaynakları. Şimdi bir de sosyal medya devrini yaşıyoruz. Dolayısıyla oradan akan her türlü ticari/samimi mesajları takip ediyorum. Buradan derlediklerimle, edebiyat vadisinde yürüdüğüne hükmettiğim yerli yazarların öykü kitaplarını okumaya gayret ediyorum. Açmam gerekirse, şöhret için yazanları, ticaret için yazanları ve neden yazdıkları anlaşılmayanları ihmal ederek, ne bulursam okuyorum. En azından bir kere. Son bir yıl içinde okuduğum öykücülerden Sine Ergün, Hakkı İnanç ve Gökhan Yılmaz’ın isimlerini verebilirim, bizim lisanımızı konuşuyorlar. Ama roman kazanı daha derin. Günceli eksiksiz takip etmek konusunda hiçbir şekilde iddialı değilim, olamam. (Laf aramızda, Hamdi Koç ve Hakan Günday çoook iyiydi.)
Bugüne kadar hep öykü yayımladınız. Bu bilinçli bir fikri takip mi; yoksa sadece, kaleminizin ucuna öyle mi geldi şimdiye kadar? Teklifinizle İlgilenmiyorum yeni yayımlandı ama şimdiden şekillenen yeni bir dosya fikri var mı?
Ah işte, zurnanın zırt dediği delik orası. Şuurlu bir şekilde öyküye sadık kaldım şimdiye dek. Bundan sonrası için söz veremiyorum ama. Çünkü şu anda meşgul olduğum öykü, eğer öykü olarak kalacaksa, dünyanın en uzun öyküsü olacak.
Bundan önce, yayınevinin bir “toplu öyküler” projesi var. Hani şu piyasada bulunmayan ilk altı kitabı tek baskıda birleştirmek istiyorlar. Bir arıza çıkmazsa 2014 içinde yayınlanır herhalde. Alt başlığı şöyle olacak: “2012-1992, Sondan Başa Toplu Öyküler”.
13 Aralık 2013 tarihli Taraf Kitap’ta yayımlanmıştır.