unnamed

Her defasında, gözlerimizden girip, minik yüreklerimizi hoplatsa da akabinde küçük numarayla karnımızı ağrıtacak kadar güldürürdü. Adı Boncuk’tu, sadece Boncuk. Kaç yaşında Boncuk olmuştu, ustası bilirdi bir tek elbette çünkü babası dayanamamıştır oğlunu tel üstünde görmeye. Belki bu yüzden, çoktan unutmuştu gerçek adını. Soran olsa söylerdi belki, hatta sevinirdi bir dostu görmüş gibi.

Nerden baksan, çift yürekli bir tel cambazıydı Boncuk. Toprağa bastığında, bir yüreği düşmediğine sevinirken, ötekisinde yarının korkuları demlenirdi tıp, tıp, tıp…

Ege’de, her kasabanın kıyısında bir küçük alan, neredeyse Boncuk için ayrılmış olurdu o zamanlar. Çocuklara Adnan, Menderes isimlerinin verildiği zamanlardı. Bir gün gelir; gelir de takımlarını, küçük çadırını kuracak bir yer bulamazsa küsüp gitmesin diye boş tutulan. Gösteri takımları iki direk, altı kazık, on metre çelik teldir. Yok, eksik oldu, bir de üç metrelik denge sopası… Takunyalar, bisiklet cantı, cami minaresiyle yarışan uzun tahta ayakları, palyaço kıyafetleri vardı bir de.

O yıl gelmediyse, gelecektir mutlaka ertesi yıl. Unutmadan, soğutmadan arayı, uzak, fakat vefalı bir akraba gibi çıkıp gelirdi bir gün. Nasıl da beklerdik, gözlerdik yolunu… Gelişi, kasabanın tekdüze havasını, bizim hem oyunlarımızı hem de rüyalarımızı değiştirirdi. Rüyalarda birer Boncuk olup o telde yürürdük geceleri. Bazen düşerken çığlık çığlığa uyansak da annemize anlatmazdık cambazlıklarımızı. Ama birbirimize hiç düşmeden anlatırdık, korktuğumuzu belli etmeden…

Gidişi, oyuncağı elinden alınmış çocuklar bırakırdı geride. Yüzümüzdeki burukluğu görürdü takımlarını toplarken ama başka kasabalardaki çocukları doldurup ikinci yüreğine, ayrılığa üzülmezdi. Küçük kamyonetin camından son kez el salladığında, bir yaş büyürdük sanki.

Uzun zamandır kasabaların kıyısında ne boş alan, ne de Boncuk’u bekleyen çocuk kalmadı. Otobüs yolculuklarında, küçük kasabalardan geçerken yine de heyecanlanırım; belki bir canbaz görürüm diye.

Servet Şengül