Çehov, kardeşi Mihail’e Martı’nın Petersburg’daki prömiyerinden sonra yazdığı mektupta bakın ne demiş (18 Ekim 1896):
“Temsil fos çıktı, dünyam yıkıldı. Tiyatroya ağır bir utanç ve şaşkınlık hakimdi. Oyuncular, tiksinti verecek kadar aptalca oynadılar. Alınacak ders şu; oyun yazmamalı.”
Ancak Anton, bundan sonra da oyun yazdı. Hem de Martı’yla birlikte başlayan süreçte en büyük oyunlarını yazdı. (Nedir, yazarların sözlerine inanmamalı, yalnızca okumalı onları, sevmeli.) Çehov’un bu sözleri sadece müthiş bir kırgınlık ve hayal kırıklığı sonrasında söylenivermiş sözler olsa gerek.
Yine aynı gün (18 Ekim 1896) yayıncısı ve arkadaşı Suvorin’e gönderdiği mektupta da hayal kırıklığı ve öfkesini açıkça görebiliyoruz:
“Melihovo’ya gidiyorum. Hoşçakal… Oyunların basımını durdur. Dün geceyi asla unutmayacağım. Yine de iyi uyudum ve yola çıkarken keyfim yerinde. Yaz bana… Mektubunu aldım. Oyunu Moskova’da sergilemeyeceğim. Bir daha asla ne oyun yazacağım ne de sahneye konmasına izin vereceğim.”
Dediğimiz gibi, tekrar oyun yazdı. Sahnelendi oyunlar. Hatta oyunun Moskova’daki gösterimleri oldukça başarılı oldu. Ancak Çehov, kendisine mektupla verilen bu iyi haberleri yazanların nezaketine yormuştur.
Ankara’daki Çehov Haftası etkinlikleri kapsamında Bursa Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen temsili izledim ben, ustada hayal kırıklığı yaratan ilk temsilden yaklaşık 118 yıl sonra. Açıkçası, Çehov’unki kadar değilse de küçük bir hayal kırıklığı yaşamadım değil. Yine de iyi ki izledim diyorum, çünkü metinden çok etkilenmiştim, merak ediyordum. Hem sonra, Maşa’yı oynayan değerli Nergiz Acar’ın oyunu epey beğendim. Son sahne biterken, tam da alkış öncesinde, gözlerindeki yaşları silişi ayrı bir yazı konusu olsa gerek!
Oyunu, Ataol Behramoğlu çevirisiyle İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan “Büyük Oyunlar” kitabından okudum. Metni okumadan önce methini duymuş olduğum “Hayat kaba Kostya!” (ki bu replik Nina tarafından Konstantin Gavriloviç Treplev’e, son perdede söylenmektedir) repliğini bulamadım. Oysa İngilizce baskılarda var bu replik. Bunu belirtmek isterim. Ancak Nina’nın da dediği gibi, hayat o kadar kaba ve çeviri o kadar ince bir zanaat ki çeviri eleştirisi başlığı altında söyleneceklerin bu inceliğe yaklaşır olmasına ihtimam gösteririm. Ataol Behramoğlu, Türkçe’nin değerli bir şairi ve çevirmenidir. Üstelik de Rusça aslından yapmıştır çeviriyi (ki sanırım şu anda hayatta en çok istediğim şey Rusça öğrenmek), muhakkak bir nedeni vardır bu repliği almamasının. Biz yine de, alçakgönüllü notumuzu düşelim.
İş Bankası Kültür Yayınları’na ise aynı incelikle yaklaşamayacağım Kostya. Çünkü bankalar hayatı kabalaştırmaktan başka bir işe yaramazlar, bilirsin dostum. Zarif şairin dediği gibi, “Halk aşksızsa sokaklar banka dükkanları ile doludur.” Tamamlayalım: Edebiyat aşksızsa, yayıncılık ortamı da banka dükkanları ile doludur. Yapsınlar, amenna, elden ne gelir! Ama düzgün yapsınlar. İş Bankası Kültür Yayınları, zaten kitaplarında yazar ve çevirmen biyografilerine yer vermemekle bir kabahat işliyor. Bir de üstüne bu metindeki dizgi hatalarını ekleyerek, kabahatlerini arttırıyor. Bizden söylemesi.
Funda Mendeş Theleme Tekkesi’ndeki yazısında “Martı’da kültürel anlamda geçmiş dönemi simgeleyen, ünlü bir aktris olan Arkadina ile yüzeysel bir yazar olan Trigorin geçerler sahneden. Yeni bir tiyatro anlayışı yaratmaya çalışan Kostya ise ilgisine en çok ihtiyaç duyduğu annesi Arkadina ve sevdiği genç kız Nina tarafından bile anlaşılamamakta, taşradaki bu dar çevrede yazdıkları gülünç bulunmaktadır.” diyor. İşte bu “genç yazar adayı” Kostya’nın (yeri gelmişken, Rusça metinlerdeki şu aynı adama on farklı şekilde hitap edilmesi sorununa biri el atsın. Söz gelimi: Treplev, Kostya, Konstantin Gavriloviç aynı kişi. İzlerken değil de okurken sorun oluyor alışana kadar) biçime dair söyledikleri, Martı’daki edebiyat üzerine bolca konuşmalardan biri. Bu kısmı, İngilizce metinden yaptığım kendi çevirimle paylaşmak isterim:
SORİN: Annenin oyununu sevmediğini çıkar kafandan, deliye döndürdü bu seni. Sakin ol, annen sana tapıyor.
TREPLEV: [Elindeki çiçeği parçalara ayırarak] Seviyor, sevmiyor; seviyor—sevmiyor; seviyor—sevmiyor! [Güler] Bak, sevmiyor beni, neden sevsin ki? Yaşamı ve aşkı seviyor o, güzel kıyafetleri seviyor. Bense 25 yaşındayım, ona artık genç olmadığını hatırlatacak kadar yeterli bir yaş. Ben yanında değilken 32 yaşında oluyor, ben varken 43 ve bu yüzden nefret ediyor benden. Modern tiyatrodan hazzetmediğimi de biliyor. Oysa o bayılıyor; tiyatroyu insanlık yararına ve mukaddes sanatı uğruna icra ettiğine inanıyor. Benim içinse tiyatro yalnızca geleneğin ve önyargının aracı.
O küçük üç duvarlı odada perdeler açıldığında, o kudretli dehalar, sanatın öncüleri, bize insanları yerken, içerken, sevişirken, yürürken, paltolarını giyerken gösterdiklerinde ve onların yavan konuşmalarından bir ders çıkarmaya çalıştıklarında; oyun yazarları kılıflarda hep aynı, aynı eski malzemeyi sundukları zaman, işte oradan kaçasım geliyor, tıpkı Maupassant’ın bayağılığıyla canını sıkan Eyfel Kulesinden kaçması gibi.
SORİN: Ama tiyatrosuz yapamayız biz.
TREPLEV: Yapamayız, evet, ama yeni bir biçimde olmalı. Eğer yeni bir biçim bulamıyorsak, hiç olmasın daha iyi!
Son Not: Son anda öğrendiğime göre Martı “komedi” imiş, ah kuu’zum, hayat cidden kaba!
Onur Çalı