Eğitim milli olunca bir ülkede, haliyle garabetleri çok ve çeşitli oluyor. Sözgelimi, başka ülkelerde de bizdeki gibi midir edebiyat eğitimi, bilmiyorum! Edebiyatın okumaktan başka bir öğretmeni olur mu? O da başka bir konu.

Okuryazarlar olarak bir edebi üründen konu ya da ders ya da amaç çıkarmakla malulüz (Oysa yalnızca ve yalnızca harflerin ve kelimelerin “o şekilde” yanyana getirilişlerinden haz duymakla yetinebiliriz). Bu da normal çünkü yıllarca “Şair/yazar burada ne demek istemiştir?” gibi sorulara maruz kalmışızdır. İşte Türkçe şiirin Dağlarca’sının anısı da bu türden:

46de6-1654480_10152006814262523_1344426430_n.jpg

Bu anekdotu Kutluk’un Evindeki Konuşma adlı kitaptan okumuştum, yıllar önce. Dağlarca ile aralarında Cemal Süreya’nın da bulunduğu bir arkadaş grubunun yaptığı uzunca bir söyleşidir Kutluk’un Evindeki Konuşma. İbrahim Kutluk’un evinde yapıldığı için ve erken ölen arkadaşlarının anısına böyle anılmıştır. Dağlarca, “Yapıtlarınız için yapılan eleştirilerde genellikle sizi doğru tanıtabilmiş mi eleştirmenler? Yani şiirinizi tanıtabilmişler mi?” sorusuna bu cevabı vermiştir. Ve anekdotu anlattıktan sonra da şöyle bitirmiştir cevabını: “Bu sözünüz bana eleştirmenleri, eleştirmenler de öğretmeni anımsattı.” (Sayfa 39-40) Demek ki 1972’den bu yana pek bir şey değişmemiş eleştiri cephesinde.

Allah insanı bu türden öğretmen okurlardan, eleştirmenlerden, kitap tanıtım yazıcılarından ve yazarlardan korusun! (Amin!)

Şimdi, yıllar sonra (13 yıl sonra), kitabı elime tekrar aldığımda birçok yerini kurşunkalemle çizdiğimi gördüm. Yukarıdaki anekdot da bunlardan biri. OT dergisinin paylaşımı üzerine hatırladım kitabı. Birçok incisi var Dağlarca’nın ama en azından birkaç tanesini buraya almak isterim:

Evlilik konusunda genel düşünceniz nedir?
Bu gelenek er geç ortadan kalkacaktır, bu gelenek kendi kendini ortadan kaldıracaktır. Bundan daha ilkel bir baskı olamaz. Neden kalkacaktır? Şundan: artık kişinin kişiye böyle on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, kırk yıl, elli yıl, altmış yıl yan yana bağlı olması olanağı yoktur. Gerçekte yoktur ya böyle bir yapı, sürüp gitmektedir. (Sayfa 66)

Şiire yeryüzünde en yakın varlık içkidir. (Sayfa 70)

Her gün hangi içkiyi tercih edersiniz? Dünyada içkileri teke indirseler hangisini içmeyi tercih ederdiniz?
Rakı içerdim.
(Sayfa 77)

Soruları kimin sorduğu belirtilmemiş. Üç dört kişiden hangisinin o soruyu sorduğu (Fazıl Hüsnü’nün ismiyle hitap ettiği cevaplardan çıkarılan birkaç soru dışında) belli değil. Ama nedense bu “içkilerin teke indirilmesi” sorusunu Cemal Süreya’nın sormuş olduğunu düşünüyorum, hayır düşünmüyorum, biliyorum hatta.

***

İlhan Berk’in şiirine ne diyorsunuz?
İlhan Berk’in şiiriyle hiç ilgili değilim.
Neden ilgilenmediniz acaba?
Gerek duymadım. (Sayfa 76)

Bu da ilginç. Türkçe şiirin iki devi. İlhan Berk’ten de Dağlarca’ya ilişkin pek bir şey okumadım (Bir söyleşisinde hayal meyal hatırlıyorum sanki şöyle bir şey dediğini: Dağlarca ile aynı zamanda yaşamaktan gurur duyuyorum. Buna benzer bir şeydi. Ama çok sonra, ölümlerine yakın bir tarihteydi yanılmıyorsam). Zaten şiirleri birbirinden çok farklı. Yan yana uzayan devasa iki ağaç gibi. Ama bırakın yapraklarını, gölgeleri bile birbirine karışmayan.

Sıddık Akbayır’ın aktardığına göre, Ahmet Muhip Dıranas ile Fazıl Hüsnü Dağlarca için “Tragedyası olmayan beyaz şairler” demiş İlhan Berk.

Bugün de benzer şeyler olmuyor mu? Allahına kadar oluyor. Yazarlar/şairler birbirleri hakkında konuşuyorlar. Yalnız şimdilerde böyle çıkıp yüreklilikle söylenmiyor, birbirlerinin arkalarından konuşuyorlar. Fark bu.

Onur Çalı