Nur bir genç kızın hakikati aramak için çıktığı fiziki ve manevi yolculuğun hikâyesi… Hikâye, bu yolculukta İbn Arabi, Mevlana, Yunus Emre, Mimar Sinan, Şeyh Galib, Mehmet Akif, Nurettin Topçu’nun düşüncelerinden esinlenen bir tasavvufi aşk arayışı. Kitaba adını veren Nur, elinde Tanpınar’ın Beş Şehir‘i, eteğini tutacağı bir “mürşid-i kâmil” arıyor. Genç bir mimar ve olağanüstü güzel bir kızdır. Yazar bunu yalnızca yüz, göz güzelliği ile anlatıyor ama her görenin güzelliği karşısında sarsıldığına bakılırsa bundan fazlası söz konusu olmalı. İçine doğduğu, daha fazla kazanmak, daha fazla tüketmek isteyen kapitalist yaşam kültürünü aşabilmek için hep arayan, duygu ve düşüncelerinde dürüst ama aradığını bulamadığı, nerede bulacağını da bilemediği için huzursuz bir karakterdir.

Babası çok zengin, tanınmış bir holding patronu; devasa inşaat projelerine imza atıyor. Nur okul çağındayken judo, tekvando, yüzme öğrenmiş. Derslerinde başarılı; oğlanlara yüz vermiyor, bu yüzden lisedeyken onu çekemeyen, önünü kesen iki kabadayı kızın ağzını burnunu uçan tekmeyle dağıtıyor. Orta Okulda Reşat Nuri, Sait Faik, Orhan Kemal, Tarık Buğra okuyor, lisede Dostoyevski, Balzac, Stendhal… Ama “bütün bu okumalar yaraya merhem olmuyor”. Bilimkurgudan, gerilim romanlarından, post-modern şeylerden zaten hoşlanmıyor. O eşyanın ve varlığın hakikatinin peşindedir. Sonra Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeye karar veriyor. Üniversitede Heidegger, Kierkegaard, Kant, Bergson, Hint felsefesi… Öyle bitmeyen bir arayış…

Hikâyenin ikinci kahramanı Sinan. O da genç bir mimar, Kadırga’lı bir hamalın dini bütün, tevekkül sahibi oğlu. Nur’a tutkun ama bir türlü açılamıyor. Arkadaşı Kemal ile ortak bir mimarlık bürosu açmışlar, geleneğe bağlı “sadece bahçe içinde tek kat veya iki kat” ahşap evler yapıyorlar. A. Hamdi Tanpınar’dan feyz alıp, (“cedlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı” – Beş Şehir) “ruhun maddeye geçtiği” bir mimarlık ve şehircilik anlayışının peşindeler. Ruhsuz beton kütleleri ile aynîleştirilmiş şehirler yerine, kendine özgü kimliği, çarşısı, dinî/sosyal merkezleri, çeşmeleri, küçük imalathaneleri ile kendine yeterli mahalleleri olan şehirler tasarlıyorlar. O nedenle TOKİ apartmanlarına, gökdelenlere, AVM’lere karşılar.

AF57DE9D-A132-48B4-9D73-CD80008A018C

Hikâye kendi dünyasını, atmosferini yaratıp kendi kurallarını koyuyor ve olay örgüsü de bu mantığa göre kuruluyor, ilerliyor. Zengin bir dil ve başarılı bir anlatım okuyucunun ilgisini baştan sona diri tutuyor. Hikâye ben-anlatı ile Sinan’ın ağzından başlıyor, arada hiç fark ettirmeden üçüncü şahıs anlatımına dönüyor; kimi zaman da yazar araya giriyor: “Haydaa! Abarttın sen de yazar amca. Ne işi var o saatte bir zenci çocuğun Marmaris yolunda?”

Ya da, ara hikâyelerden biri mutlu sona yaklaşırken: “…Artık bu Yeşilçam hikâyesini uzatmayalım.”

Nur henüz lisedeyken, önünü kesen iki kıza “uçan tekmeyle” ağızlarının payını verince: “Ama İslam öyle demiyor. İslam ‘zulm ile abad olanın ahiri berbat olur’ diyor.”

Kısaca, yazar hikâyeye, zamana ve mekâna uygun estetik dili, üslubu ve anlatım tekniklerini başarıyla kullanıyor. Böylece ince bir mizahla, hem keyifli bir okuma sağlıyor hem de anlatılanın bir kurmaca olduğunun altı çizilmiş oluyor. Öte yandan ilahi adaleti kanıtlayan kimi mucizeler (hikmet) gerçekleşiyor ama bunlar okuyanı yadırgatmıyor. (Benim gibi inanmayanlar açısından bunu, Edgar Allan Poe’nun fantastik hikâyelerindeki gibi, yaratılan atmosferin başarısı saymak lazım.)

Bu arada, hikâyenin birçok kahramanı Karamazof Kardeşler’i anımsatıyor. Sinan ve Nur, Alyoşa; Sinan’ın abisi Demirci Cemil, Dimitri Karamazof gibidir. Cemil hapisteyken adeta bir Tatar Ramazan, çıktığında hidayete ermiş Dimitri’dir. Şeyh Beşir Efendi de Zossima Dede’yi anımsatır.

Son olarak biri doğrudan edebiyat, biri de toplum/edebiyat ilişkileri (belki ideoloji demek gerekir) açısından iki eleştiri ile bitirelim.

mustafa-kutlu-ofXK_cover

Birincisi, Mustafa Kutlu’nun bu kitabında kendi dünya görüşünü aktarabilmek için edebiyatı fazla araçsallaştırdığını söyleyebiliriz. O nedenle, rahat, yalın ve zengin bir dil ile gayet güzel akıp giderken –Kur’an ve tasavvuf üstüne, alternatif bir mimarlık ve şehircilik üstüne– uzun uzun bilgiler veren bölümler, hikâyenin akışını sekteye uğratıyor, metni didaktikleştiriyor.

İkinci ve bununla bağlantılı olarak, hikâyede karakterler üzerinden önerilen yaşam tarzının sorunlu olduğu söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, olumlu karakterlerden Demirci Cemil hapisten hidayete ererek çıkınca sevgiyle karşılanıyor ve bir konuşma yaparak şöyle şeyler söylüyor:

“Bundan böyle Kadırgamız barış içinde olacaktır… Yaramazlara önce nasihat, sonra evet sonra, canım sonrasını bilirsiniz işte. Ortalık yerde, parkta, kenarda köşede kafayı çekip nara atmak yok. Kim içecekse gitsin evinde ziftlensin. Kadırga sarhoşun, ayyaşın semti değil.”

Kadırga ahalisi, aralarında mahalle karakolunun polis ve komiseri, konuşmayı coşkuyla alkışlıyorlar.

Modernizmin toplum ve birey üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde geniş bir yazın oluşmuş durumda. İnsan ruhunun unutulduğu, her ilişkinin ruhsuz bir maddiyata dayandığı bir dünyada insanların inandıkları gibi yaşayabilmek istemeleri anlaşılır ve meşru bir haktır. Ama bu ülkede çok çeşitli inançlar, kültürler ve bunlara karşılık gelen yaşam tarzları olduğunu unutmamak gerekir. Evet, bu topraklarda bu hakkın birçok inanç, kültür ve etnik grup için ihlâl edildiğinin örnekleri çoktur. Hikâyedeki örneği düşünürsek, ister istemez, geçmiş ve yakın İslam tarihinde, “resmi” ya da hâkim mezhebin dışındakilerin veya modernleşmeyle gelen seküler yaşam tarzını benimseyenlerin kolayca yok edilmesi gereken “ötekiler”, kâfirler konumuna düşürüldüğü örnekler akla geliyor. Tüm yanlış politikalara rağmen yüzlerce yıl birlikte yaşamayı başarmış farklı yaşam tarzı ve kültürlerinden insanların birbirine sağır bloklara hapsedilmeye sürüklendikleri, kışkırtıldıkları bir dönemde, farklılıklarla birlikte barış içinde yaşamanın imkânlarına kafa yormak gerekmiyor mu?

Benim özlediğim mahallede Mustafa Kutlu’nun önerdiği cami, sosyal tesis, küçük çarşı, çeşme… hepsi olabilir. Ama meselâ herkesin birbirini tanıdığı, müdavimleri belli, ailecek gidilebilecek, sohbeti tatlı küçük bir mahalle meyhanesi de olmalı. Böyle bir mahallede ben Sinan’la da Cemil’le de, elbette Mustafa Kutlu ile de seve seve yaşarım. Mustafa Kutlu’nun bu mahallede yaşamak içine siner miydi?

Murat Gümrükçüoğlu