Eski Bahçe Eski Sevgi

Tezer Özlü’nün dünyasına ilk adımlarımı attığım kitaptır. Hemen ilk öyküsüyle insanı saran farklı ve vurucu dili, cesur ve irdeleyen tavrı ile özgünlüğünü hissettiren bir yazarın dünyasıdır bu.

Ona gamlı prenses demek erkek algısının fena halde kışkırttığı bir yaklaşım. Ne prenses ne de gamlıdır aslında… Onun anısını yaşatmak adına vurgulanması gereken asıl nokta Tezer Özlü’nün erken bir müjde, yalansız yaşamak için çırpınan aykırı bir yazar olduğudur.

Çevresini algılarken yakaladığı ayrıntıları zengin imgelerle sözcüklere dökerken yüreğinden damıttığı acı ile yoğunlaştırmıştır. Yalnızlığın derinliklerinde, yaşamın kıyılarında insanın tuhaf yaralarını kendine özgü bir akış ve kurguyla vurucu ve sarsıcı öykülerle dile getirmiştir. Okurun içine işleyen bir resim çizer gibidir; yaşanmışlık ve yaşamsızlık, ışık ve karanlık, tutku ve vazgeçiş bir arada aynı anın renklerine sinmiştir. Bu anlatım gücünün, özümsemiş olduğu yazarlara duyduğu tutkuyla, duyarlılığının ödettiği bedellerle, hastane deneyimleriyle, yolculuklarıyla, aşkları ve evlilikleriyle beslendiğini söylemek elbette mümkün. Ama sadece yaşamanın yetmediği bir de anlatmanın gerekli olduğu bir sınır vardır ki bunu sadece yaşanmışlık ya da gerçeklik bağlamında ele almak mümkün değildir.

Henüz ilk öykülerini bir araya getirdiği bu kitabıyla kurgusu, yoğun dili, düşündüren, çarpan, duyumsatan duyarlılığıyla kendisine özgü bir yol açabilmiştir. Çok sık soru işareti ve üç nokta kullanmayan, kendini gizlemeden, sınırlandırmadan özyaşamsal da olsa anlattıklarını dilediğince kaleme alacak kadar cesur olan bir yazardır çünkü… ‘Onlar’ gibi ol-a-mamanın bedelini öderken, ‘onlar’ın üstünü örttüğü, yok saydığı şeyleri dile getirmekten korkmayan, kendini gizlemek şöyle dursun, kendi labirentlerinde dolaşmayı seven ve kendi dehlizlerini okura olduğu gibi aktarmaktan çekinmeyen bir yazardır.

Olay, mekân, zaman düzlemlerinin çok ötesinde, yaşamı kavrayışındaki derin duygusal ve düşünsel izlenimleri alışılmışın dışında tüm yaşanmışlığıyla duyumsatır Tezer Özlü…

Çocukluğun Soğuk Geceleri

Anlattığı öykü ve güçlü oyuncuları ile seyretmekten hiç bıkmadığım ve her seferinde aynı ürpertiyle gözlerimin dolduğu bir filmdir, Guguk Kuşu. Bu filmi seyrederken dayanamayıp dışarı çıkan yazar “seyirciler arasında benden başka elektroşok yiyen yok” diye düşünür. “Beş yıl süre ile yaşadığım acıları iki saatlik bir filmde görüyorum” diyen yazarın, “İnsanlar ‘Guguk Kuşu’ filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrindeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorsa, elimden ne gelir?” diye sorması doğal değil mi?

Hastalığı, tedavi süreci, hastane yaşantılarının acımasız kuralları ve anılarındaki insanların belleğindeki çıplaklığı ile dengeli ve tutarlı olmanın sınırlarını sorgular. Başka bir yerden seyreder gibidir yaşamı. Bazen katlanamadığı bir yalnızlıkla, bazen hiç doyamayacağı bir aşkla… Bir yalan üzerine kurulu ilişkiler içinde duyarlılığının bedelini hastanelerde elektroşok yiyerek ödediğini ve katlanamadığı sosyal yaşamın ikiyüzlülüğüne direnmek adına yeterince yıprandığını ve bunların gerçekten haksızlık olduğunu düşünmemek elde değil…

Ölüm ve intihar düşüncesi bütün bunların hem nedeni hem sonucu gibidir:

“Biraz istediğim gibi davranmaya başladığımda, götürülüp demir parmaklıklar gerisine kilitleniyorum.” (Leo Ferre’nin Konseri, s. 45)

“Bu kapıların ardına bir kez daha dönmeyeceğimi biliyorum. Böylesi bir sefaleti hiç bir zaman yaşamayacağım. Direnmeliyim. Beni iyileştiren ne şok ne de ilaçlar. Beni iyileştiren bu kliniklere bir kez daha kilitlenme olasılığının verdiği büyük ve derin korku.” (Leo Ferre’nin Konseri, s. 51)

“Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı.”

“Ölüyorum, devrimci mücadeleyi bensiz sürdürün, diyorum. (Ne 12 Mart döneminde, ne öncesi ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime bir yer vermiş değilim. Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz.)” (Leo Ferre’nin Konseri, s. 47)

yasamin-ucuna-yolculuk-kap.

Yaşamın Ucuna Yolculuk

Şehirlerin, caddelerin, bu şehirlerde karşılaşılan insanların, günlük yaşamın, trenlerin, istasyonların, aşkların, yalnızlıkların, anıların çağırdığı bir yolculuk… Artık büyümüş bir genç kızın kendini buluşunda, çevresine bakışında, yaşamını kurgulayışında çok önemli bir payı olan yazarlarının yaşadığı kentlere, dolaştığı sokaklara, yazdığı insanlara, öldüğü odalara, mezarlarına doğru uzayan bir yolculuk… Bu yolculuğa çıkarken yanına kitap almadığı için kendi içinde yazının izlerini aradığını belirten ve sanki kendi yüreğine doğru koşan bir kadın. “En yakın dostları romanların kahramanları gerisindeki yazarlar”olan bir yazarın derin gözlem gücüyle ölümsüzleştirdiği bir yolculuk… Berlin’den yola çıkıp Prag’da yorgun gözlerle Kafka’nın evine bakıp sonra mezarını ziyaret edişi, Viyana’da “yaşamım boyunca uykuyu beklediğim kadar hiçbir şeyi beklemedim” diyerek uzun bir uykuya dalışı, diş ağrısını da kendisini götürdüğü tüm şehirlere taşıyışı:

“Son dört gün içinde Berlin’den Hamburg’a uçup, aynı gün Hamburg’dan Berlin’e trenle dönen, dört saat uyuduktan sonra Doğu İstasyonu’ndan Prag’a giden, Prag’da gün boyu dolaşan, akşamüstü yola çıkan, gece Viyana’ya varan, Viyana-Zagreb-Belgrad yolunu bitirip, Niş’e varan bu insan, bu denli müthiş diş ağrısına nasıl dayansın?”

Toplumsal yaşamın dayattığı düzenli bir iş, iyi bir konut, medeni durum gibi edinilmiş sıfatlar onun yüreğindekilerle bağdaşmayan bir onaylanma gereksiniminden kaynaklanan ayrıntılardır. İnsanının iç dünyasının, kişisel derinliğinin hiçbir değer görmediği bu düzen nasıl da anlamsızdır… İşte böylece anlıyoruz uyuşmazlığının hastalığıyla iç içe geçerek, tedavi edilmesi gereken bir durum olarak görülmesinin nedenlerini. O zaman anlıyoruz ki gerçekten yaşamın sınırlarına yolculuk edebilmek böyle bir yürek ve cesaret istiyor.

Italo Svevo’nun kentinde, edebiyatın aşk, acı, gözyaşı, intihar dolu derin yaşamını ararken, sevdiği bu yazarın anlatımlarıyla dolaştığı caddelerde, sokaklarda yürürken kitabı okuduğu İstanbul günlerini anımsıyor. Araya futbol maçlarının çevreye yaydığı gürültülü kargaşa giriyor. Svevo’nun kızının yaşadığı evi, babasını anlatışını, resimlerini, bir yazarın günlük yaşamına tuttuğu aynada seyrediyor. Bir hafta önce bu saatlerde Franz Kafka’nın mezarı başında bir ağacın altında otururken şimdi Svevo’nun, karşısında James Joyce’un yüzüncü doğum yılı için dikilen anıtın olduğu mezarının başında ölümü seyrediyor.

Ve sonunda Torino yolculuğu başlar.

O zaman anlıyorum ki genç kızlık yıllarımda, yaşasaydı kesinlikle onunla tanışmak için çabalardım, diye düşündüğüm Pavese’ye olan tutkusu benimkinden çok daha güçlüdür. Onun Torino’sunu, Belbo’sunu, ondan kalan anıların izinde gezer; intiharının saklandığı otelin odasında, onun öldüğü gün çıkan gazetenin haberlerinde, yazdığı sokaklarda, insanlarda, yalnızlıklarda, mısır tarlalarında, umutsuzluğunu besleyen kadınlara kızarak dolaşır… Pavese’nin sürgünden “boğuk sesli kadının” kendisiyle evleneceği umuduyla döndüğünde, kadının başkasıyla evlenmiş olduğunu bu alanda haber almış olabileceğini düşünerek anlattığı Fellice Alanı’nda şimdinin çok uzağındadır…

Yazarlığının el işçisi, arkadaşı marangoz Nuto’nun Pavese ile dolu dünyasını seyrederken neredeyse Pavese’nin bir bölümünün yaşadığı ya da Nuto’ nun bir yanının intihar ettiği söylenebilir, derken bu iki arkadaşın dünyasını ne güzel anlatır. Ve sonra onun intihar ettiği odada durup, intiharı duyumsar… Üzerinde giysileriyle cesedinin bulunduğu yatağa, odadaki diğer eşyalara bakarak onun son akşamıyla dolu odada onunla konuşur gibi ya da yaşamının en yitik köşesine ulaşmış gibi yorulur.

Bir intiharın suçlusu olan bir şehirdir Torino. Belbo ise Pavese’nin doğduğu ve yaşamının son zamanlarında sık sık gittiği yaşam dolu bir kasaba… Nuto’nun hâlâ tüm canlılığı ile akıp giden köy yaşamını sürdüğü yer.

Ve dibe çöken bunca acının sızısını duyumsarken bir yandan da Tezer Özlü’nün yaşamın ucuna doğru yaptığı bu yolculukları müthiş bir romana dönüştürmüş olmasıyla avunuyorum.

Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar

Gerçekten içten bir dostluğu anlatıyor bu mektuplar. Onun günlük yaşamından kesitler, yaşamındaki insanlar, ölümüm bu benim dediği son aşkında yakaladığı huzur ve yurtdışında, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu diye tanımladığı ülkesine duyduğu özlem ve buna rağmen başka bir kentte yakaladığı sessizlik, dinginlik… Kızdığı yazarlar…

Mektuplarda onun entelektüel kimliğinin yalnızca yazmak ve okumakla sınırlı olmadığını, görsel sanatlarda da etkili bir yorumunun olduğunu görüyoruz. Belki de bütün yaşamı boyunca ölümle gizil bir dostluk kuran, bu farklı yaşantısıyla çok erken ve çok yorulan, soru sormaktan ve yanıt aramaktan bıkmayan, duyulmak istemeyeni söylemekten çekinmeyen, ruhunun yalnızlığını sevdiği yazarlarla dillendiren, yazının düşe dönüştürdüğü anılarıyla yaşamaktan bıkmayan bu coşkun kalemi hiç de hazır olmadığı bir zamanda aldı ölüm yanına. Az ve öz yazmış, az ve öz yaşamış bir yazın tutkunuydu o. Karanlığa bakmaktan korkmamayı canını dişine takarak öğretmeye çalışan, sözcüklerle duyumsatmayı başaran, ürküterek düşündüren… Yoğun yaşayıp, ölebilmek de güzel diyebilmesi başka nasıl açıklanabilir ki? Aslında hastalığını benimseyişi de yaşamı karşılayışı gibidir:

“Sinir hastanesinden çıkıp, kendini kanserin kucağında buluyorsun. Ama depresyon iyi oldu. Korkularımı kustum.”

Ve bir anne için ölümün tek anlamı çocuğundan ayrılmak değil midir?

“Geceleri acıdan kıvranıp, duruyorum. Korkmuyorum. Hastayım ama mutluyum. Bana en güç gelen, Deniz’den ayrılmak.”

Leyla Erbil onu ne güzel anlatıyor:

“Onun sevgi dünyasında kurumların, kuralların, uygarlık sınırlamalarının kaldırılmış olduğunu görüyoruz. O nerdeyse hatır için bizden biri gibi yaşadı. Mümkün olsa dünyanın bütün erkekleri ile evlenip onları mutlu etmeye çalışacak, bütün insanları, yaşlı, genç, çocuk, sakat, hastaları bağrına basıp emzirecekti.”

Nilüfer Altunkaya