Yusuf, kalk, sana rüyamı anlatacağım.
Yusuf içeriki odada uyuyor. Bense kahvaltıyı hazırlıyorum.
Dışarıda gün çoktan uyanmış. Taşrada gün erken başlar zaten; ışıkla birlikte sesler çoğalır. Gece boyu biriken çiyler kurumadan, horozlar ötüşlerini patlatır. Çok geçmeden ezan okunacaktır. Kuşlar katılır, ağaçlar hareketlenir. Kapılar gıcırdar, eşikler geçilir. Musluklar açılır, sular seslenir. Gün akşamın ıssızlığına varana kadar çoğalır akar sesler; her gün tekrarlanır. Taşradaki birçok şey gibi sesler de birbirine hiç benzemez, çok benzer de değildir.
Avludaki saksılarda çiçekler büyütürüm, onlar da beni. Zamanı birbirimizin üzerine atarız, taşranın geniş zamanlarını. Evin içindeki çiçek mezarlığı ayrı… Ölen her akraba için bir çiçek dikilir; o çiçekler hayata tutunur. Konuşulur onlarla. Anlatılır. Neler neler… Kâh konuşulmuş olanları, yaşanılmışlıkları kâh hiç anlatılmamış olanları… Hiç anlatmadığım şeyleri anlatırım bir gün belki.
“Her şey konuşur evde.” ama “Ev, ketumdur.” (1)
Arka bahçedeki incir ağacı… Yorgun dallarını bahçe duvarına dayamak isteyen… Çocukluğumuzun oyun duraklarından biri. Pürüzsüz ve kaygan gövdesi, şefkatli bir ele benzeyen yaprakları, içinden bal akan yemişleriyle pek alımlı bir hanım. Yanında yöresinde, eteğinin dibinde oynadığımız oyunlar, kaşıntı tutana kadar… Bize uzattığı yemişleri yiyişimiz, dudaklarımız kabarana kadar. Hele bir de hamlarını yemeyegör…
Süt, annedir. Annenin hem anneliğidir hem kendi kızlığıdır. Kendi içine kaynar süt.
Suskun Yusuf… Anlatmak için şiir dilini seçen, önceleri yazan, sonra yazamadıkça suskunlaşan Yusuf… Benim için şiirler yazan o çocuğu anımsıyorum. Bana yazdığı şiirleri cüzdanında taşıyan… Cüzdanını gizlice alıp şiirleri okumuşluğum… Şiir bir anahtar değil hâlbuki. Olsa olsa, gönül kapısına iliştirilen bir not.
Açık havada uyumak, uyuyakalmaktır aslında. Bazen içinde bulunulan anlar bir rüyadan ibarettir, uyanınca başka bir rüyaya dönüşen. Gökyüzü, nereden başlar veya hangi bakışın yanılsaması? Toprak, hangi nesrin sayfası ve ağaçlar, hangi nazmın mısraları? Anlamlar da çözülür mü sis geçip gittiğinde? Şapkalı mantarlar gibi uyanıvermek ormanın orta yerinde…
“Ben biliyorum ki kuş tüyünde uyuyanların düşleri toprak üstünde uyuyanlarınkinden daha güzel değil.” (2)
O iki kuzunun eve gelişi, kuzucuklarım… Biri dişi biri erkek… Ellerimle besleyişim, oynayışlarımız… Birlikte büyüyüşümüz… Bayram sabahlarında çocuklar mutlu olur, değil mi? Artık gürbüz bir koça dönüşen erkek kuzumun kesilecek olmasını anlayışım… Feryat figan… Dayım bana kurban âdetini anlatıyor; Hz. İbrahim ve İsmail’den bahsediyor. Gönülsüz, kabulleniyorum. Dişi kuzumun yanına gidiyorum, boynuna sarılıp usul usul ağlıyorum. Bundandır her kurbanda mahzun mahzun duruşum.
Bal, babadır. Gelmesi beklenendir. Rabbani bir rüyadır bal.
Bahçemizin her tarafında taş var, irili ufaklı. Hatta bazıları kaya kütlesi… Pek meraklı ben, en büyük zevklerimden biri gücümün yettiği taşları kaldırıp altlarında ne var ne yok incelemek. Çıkanlar ekseriyetle solucan, kırkayak, çıyan, örümcek, karafatma, danaburnu, şanslıysam kara kurbağası. Taşranın içinde bir ev, ev bahçenin içinde; bahçenin içinde bir taş, taşın altında taşra. En büyük kaya kütleleri bile yıllar geçtikçe küçülüyor.
Çocukken, tarlaların arasındaki kuyuda suyun içinde canavarlar görürdüm. Sivri tırnakları, iri kuyrukları ve dikenli vücutlarıyla beni ürküten canavarlar… Bakmaya korktuğum ama eğilip bakmaktan kendimi alamadığım… Bir gün kuyudan bir semender yukarıya doğru tırmandı ve ben büyüdüm.
Bir anda dış kapı açılıyor ve Yusuf beliriyor. Çok önceleri kaçarcasına giden Yusuf, uzun bir gecenin ardından geri dönüyor. Anlatacağım rüya, gerçeklikte çözünüyor. Onca kırılmışlıklarının ardından, Yusuf’un eline bırakıveriyorum bir yumurta.
Yumurta, insanın öz benliğidir. Kendisidir. İnsan hep kendisine dönüşür.
Anıl Altın’ın katkılarıyla…
Nazlı Karabıyıkoğlu
(1) İlhan Berk
(2) Halil Cibran