cJ0oX3fz
Mehmet Sürücü

Çoban

Şeytanköy’deydi en yakın ormancı. Tatar Necip. Dinsiz gavur. Ne acınması var ne insanlığı. Vurguncu pezevenk. Köyde sürü çok. Cingorolarda, Karisonolarda, Pelvanolarda, Mustavakyalarda, Kussolarda koca koca sürüler var. Öyle kalabalık ki erkek sayısına bölünmüş, gene de zebil ayvan. İdare edilmiyor. Oraya bölünüyor bir parçası, işin yoksa ara dur akşama kadar, buraya bölünüyor bir parçası, para bulabilirsen zarar öde. Tatar da her an tepemizde. Nereden, hangi çukurun içinden, hangi kayının, meşenin ardından bi hayalet gibi çıkacağı belli değil. Elinde hep bir yarım cigara. Kesik kesik öksürüp beliriveriyor. Çağla yeşili parlak iri düğmeli urbalar, önü kayışlı, taraklı şapka, sırtında mavzer. Nerede, kimin karşısına çıkacak belli değil. Biz garibim çobanlarda her daim bir korku, bir kaygı. Bir öğle üzeri İkincisu taraflarında Cingoro Mümin’i meşeliklerde yakaladığı haberi geldikten yarım saat sonra, Pelvano Murat’ı Dikilitaş’ta çevirdiği, zabıt tutup mahkemelik ettiği haberi geliyordu. Akıl alır, kafa alır gibi değil. Arası yarım günlük yol. Kanat takıp uçar mı bu domuz? Yoksa bizim bilmediğimiz bir ermiş tarafı var da uçup yele dumana, hayale mi döndürür kendini? Korkulu rüyamız, karabasanımız, başbelamız oldu Tatar Necip. Parayla rüşvetle işi yok der kimi, dünyanın parasını teklif ettim de dönüp bakmadı, kimi, daha iki dakika geçmedi, mangırları saydım avucuna. Şeytanköy’de ufak bir ev vermişler buna. Yaşlı anasıyla beraber yaşarmış. Bekarmış. İnsan arasına karışmaz bir yabani.

Her neyse. İlallah ettik bu zalımdan. Ettik de bir garip çoban kafası. Ne yol bilir ne iz. Çaresiziz. Dağ bayır bir kovalamaca kaçmaca. Yaşayıp gidiyoruz. Bir gün Basmacı Bilal, Artiz Kadir’e bir akıl vermiş. Köylü arasında imza toplarsa, onu yerine ulaştırırsa, köye ormancı verirlermiş. Hem neye vermesinlermiş ki, buraların, Kapıdağ’ın en gür ormanı köyün yanıbaşında, en çok sürü, çoban bu köyde değil miymiş? En mühimi de çobanlar mutlaka imzalayacakmış. Onları daha çok ilgilendiriyormuş çünkü. Yattı aklımız. Sayfa sayfa imza verdik. Okula daha yeni giden bebelere bile adını yazdırıp, imza diye karalattırdık. Mollaemin’in Vedat lise terkti. Uydurdu laflarını, bir dilekçe de ekledik. Gönderdik muhtar Emincik’i Erdek’e. Kaymakama. Umudumuz yoktu ya, yapacağımız daha bir şey de yoktu. Ama ne oldu, nasıl oldu bilinmez; oldu. Devletin işine akıl sır ermez. İlkyaza doğru Fatya’dan Kalafat geldi tayfasıyla. Sahildeki okulun bitişiğini ölçtüler, biçtiler. Beş on dut vardı, onları kestiler, köklerini eştiler topraktan. Giriştiler temele. O vakit işin rengi belli oldu; orman binası yapılacak, köye ormancı gelecek. Bizi aldı bir sevinç. Bayram var biz çobanların arasında. Bir gün üç beş sürüyü Çavlı tarafındaki kayalıklarda toplayıp, oğlaklar çevirip, tulumlar dolusu ayranla şişe şişe rakılar içiyoruz, başka bir gün Malia tarafında, Barçina ıhlamurluklarında. Bir anda Tatar korkumuz da kalmadı. İşin garibi ortalarda görünmez de oldu imansız. Sonradan duyduk ya, anası hastaymış, aylarca gezdirmiş doktor doktor, hastane hastane. Bulamamışlar dermanını. Vefat etmiş kadıncağız. Ondan yokmuş ortalarda.

Güze doğru bitti Orman Binası. Pek de güzel oldu. Hepimiz çalıştık yapımında. Ne para istedik ne pul. Canı gönülden çalıştık. Bitsin diye bir an önce. Kalafat da iyi ustadır. En sağlam, düzgün kestane mertekleri getirdik. En iyi çakılı, kumu, taşı bulduk. Eğridere’deki birkaç tahtacı biçti tahtalarını, kerestesini. Genişçe bir yeri çevirdik çitle. Biber patlıcan eksin. Sıkılmasın canı. Oyalansın onlarla. Lekoto yaptı kapısını, penceresini, masasını dolabını. Maharetli adamdır. Tahtadan insan yapar istese. Önü, 30-40 metre ötesi deniz. Dalgacıklar vurur kıyıya. Şırşır gelir dalgaların sesi. Ninni gibi. Uyutacak ormancımızı. Huzur içinde yaşayacak bu güzelim evde. Öyle rahat edecek ki, evden çıkası gelmeyecek. Unutacak ormanı bayırı.

Artiz

Bir akşamüstü, Kemiksiz’in Enter’iyle geldiler. Nerden bilecedik başımıza kendi elimizle, Tatar’dan daha dermansız bir dert sardığımızı. Zaten ben hep derim ya dinleyen olmaz. Bu çoban kısmısında kafa olmaz, akıl olmaz. Kıttır. Kim dinler. Orman Binası yapılırken beni de çardılar. Artiz, gel sen de çalış. Bak bu hayırlı bi iş. Senin de kırk yılda bir de olsa hayrın dokunsun bir şeye. Dediler. Kaz sürüsü, davar sürüsü. Ter döktüler günlerce. Kamyon kahvenin önünden kornaya asılıp yanaştı Orman Binası’na. Ben ön tarafta ayakkabılarımı boyatıyodum. Acele ettirip bitirttim. Ağır yollu sahil yoluna düşüp, neler oluyo bitiyo bakayım dedim. Başlarında muttar, köyün birkaç kafasızı arabayı boşaltıyorlar. Ağır adım geçtim önlerinden. Bir elimde tesbih. Sanki onları görmezmişim gibi. Kapıları açıktı binanın. Kenardaki betona sandalyeler atılmış, dikbaşlı, sarıkafalı bir adamla, bir kadın, iki de sümüklü kız çocuğu oturuyor. Kahveden gelen çayları çıngıldıyorlar. Köyün ormancısı Cemal Bey’in ilk köye gelişi böyle oldu. O kızlardan biri olan, deli sevdam, başımın belası Nurgül’ü de ilk görmem.

Cemal Bey mağrur, mert, insanından bi Çerkez. İnsan arasına, lafa pek karışmaz ama içi düzgün. Köylülerle, çobanlarla anlaştılar, kaynaştılar. Sanki köyde doğmuş büyümüş gibi bizden gibi oluverdi. Pomak milleti işte. Ne hesap bilir ne sonrasını. Karısı Vesile hanımı benimseyiverdi köyün kırmızı şalvar, kara ferace, beyaz çemberlileri. Kırk yıllık, ne kırk yıllığı aynı anadan doğma bacı kardaş gibi. Tarhana çırptılar, bulgur çektiler, salçalık biber kaynattılar hep birlikte. İki sıska kız da birkaç ay kavga döğüş ettiler çocuklarla. Kafaları yarıldı, burunları kanadı, ardından işler limanladı, duruldu. Onlar da bizden oldular. Kavede, dağda, bayırda iyi şeyler denmeye başlandı Cemal Bey’den ötürü. İki oğlan var. Evlenecek. Evlenecek de ev lazım. Eve de mertek, tomruk. Bir gece kaveden çıkarken yakaladım Cemal Bey’i. Hayrola Emin dayı? Hayır. Böyle böyle. Mertek, tahta, kalas, tomruk. Tamam. Dağda ormanda çok. Senin de ihtiyacın var. Oğlan evlendirecen. Satmayacaksın ya? Ben bu hafta hanımı çocukları memlekete götürmeye niyetliyim. Sen de bu vakitte hallet işini. Üçüncü İşaret taraflarında gördüydüm düzgün kestaneler, kayınlar. Oralara da bak istersen, demiş. Anlatıldı türlü şey.

Bu arada kızları da okulu bitirdi. Deniz kıyısında, kumla, çakıl taşıyla, midye kabuğuyla oynarken serpilmiş, boylanmış, bir afet olmuş kızları. Hele o Nurgül. Ben farkında değilim tabi ki. Ben ki Artis Kadir, namım vardır her tarafta. Bizim kafasız takımı arada Nurgül şöyle, Nurgül böyle derdi de, ben terslerdim, adi lan öküzler. Daha o iki karış çocuk, eni ne boyu ne, der, dalga geçerdim onlarla. Sonra, sonra… Ah! Oldu sonra ne olduysa.

Bir gün gördüm bunu. Kuyuya doğru geliyorlar. Birkaç kızın ortasında bu. Cıvıldıyorlar, gülüyorlar, eğleşiyorlar. Giydirmişler buna bi kadife şalvar, ferace. Sıktırmış feracenin iplerini memelerin alt yanından. Dökmüş sarı saçlarını feracenin karası üzerine. Kuyunun kenarında vakit öldürmedeydim. Dudakaramda yarım cigara, saçlarım ütülü, bıyıklarım formunda. Su içecekler. Doldurdum kovayı kuyudan. Her biri elini yıkadı, yüzüne su serpti. Sıra buna geldi. Bana baktı. Gözlerini kaçırmadan. Korkusuzca. İçimde ne var ne yok hepsini görür gibi baktı. Bütün itliğimi, bütün pisliğimi… Sarı, sapsarı bir deprem gibi. Sarsılmadık, sallanmadık taş bırakmamacasına. Oydu hepiciği. Görüş o görüş, onlar toparlanıp güle söyleşe yukarı giderlerken, başladı bende yangın. Köyün bütün gençleri arasına yayıldı ondan sonra.

Ormancı

Onca sıkıntılı yerden, beladan, dertten sonra, nihayet düzgün bir yere tayin oldum. Deniz kenarındaki evim küçük bir saray yavrusu gibi. Üç beş eşyamızı yerleştirip, düzenimizi kurduktan sonra etrafı dolaşmaya çıktım. Orman alanı genişmiş. Bu kadarını düşünmemiştim. Ayakla, yürümekle olacak iş değil. Muhtarla konuştum. Kolay, bir at bulur alırız, dedi. Haber saldılar Topal Kazım’a. Getirdi birkaç at. Beğenmedim. Ardımdan sormuş soruşturmuş, kimdir bu sarıefe, demiş. Köyün ormancısı, Çerkezdir, iyi adamdır demişler. Bir on gün sonra gene geldi. Peşine takmış iki at. Görür gözmet atı, tamam bu, dedim. Benim aradığım at bu!

Sonra işler oturdu akarına tek tek. Köylülerle tanıştık, biliştik. Tarla tapanla uğraşan, fukara, bir o kadar da istemeyi bilmeyen, cömert insanlar. Okuma yazmaları kıt kanaat da olsa var. Var da kimsenin haberi yok dünya halinden, düzeninden. İşçiden köylüden. Okumadan, kitaptan. Hanım evin önündeki bahçeyi ekti. Fasulye, marul. Oyalandı. Sonra bir iki derken köyün kadınlarına karıştı. Onlara benzedi. İyi de oldu. İlk zamanlardaki can sıkıntısını, yalnızlığı savdı üzerinden. Nurgül’le Nurten biraz daha zor alıştılar. Ama alıştılar neticede.

Gün aşırı, bazen haftada bir atıma atlayıp geziyorum dağ dağ. Kapıdağ büyük. Geniş. En gür, şen ormanlar da bu mevkide. Her tarafta bir derecik, her tarafta binbir türlü ağaç çalı, bitki, çiçek fışkırmış. Alıyorum azığımı, bazen bir kitap, saatlerce dolaşıp ağaç diplerinden, tepelerden, çalıların aralarında kıvrılan patikalardangeçiyorum atımla. Mola verdiğim yerde ekmek zeytin atıştırırken etrafın sesini dinliyorum. Huzurun sesini.

Zaman geçti. Alıştık buraya. Kızlar büyüdü. Serpildi, boy bos attılar. Daha da güzelleştiler. Ondan sonra bizim sıkıntılar başladı ufaktan ufaktan. Nurgül haşarıdır. Yerinde durmaz. Gezmeyi, eğlentiyi, arkadaşlığı sever. Neşelidir. Utanması sıkılması yoktur. Kimseden, hiçbir şeyden korkusu da… Önce köydeki gençlerden birkaçının Nurgül’e göz süzdüğünü, kolladığını, etrafında dolandığını fark ettim.Baştan önemsemedim. Gençtir, kapılır, hele ki bizim kızlarda böyle fidan gibi, güzel olduktan sonra normaldirdedim kendi kendime. Ama sonra iş rayından çıktı. Gün geçtikçe çoğaldı bunlar. Köyün gençleri arasında bir hastalık, karasevda, salgın oldular. Kahvehanede oğlan babalarının halleri tavırları değişti. Hangi biri yanaşsın da, Cemal Bey’e -bana öyle diyorlar- çay söylesin, muhabbet kursun, laf arasında, araya sokuşturabilirse oğlunun çalışkanlığını, doğruluğunu, iyi yanlarını dillendirsin. Bütün bunlar bir şey değil. Asıl dert gece başlıyor. Ev, okulun yanı. Denizin kenarı. Bir süre sonra geceleri evin etrafında gördüğüm bir iki karaltı, fısıltı arttıkça arttı. Gece yarılarını geçelerde, kuşluk vakitlerine kadar sönmeyen cigara ateşleri görüyorum çalıların arasında, orada burada. Kız babasıyım ne de olsa. Bazen deli damarım tutuyor, çıkıyorum dışarı. Çıt yok. Kimse kalmamış ortalıkta. Yer yarılmış da içine geçmiş sanki onca herif. Kahvede babalarına laf dokundurtuyorum, evimin etrafında olup bitenleri çıtlatıyorum, lakin babaların sözünü dinlemiyor olacak çocuklar ki, bir işe yaramıyor. Kızlar durumun farkında mı, değil mi bilmiyorum. Belki biliyorlarsa bir parça da hoşlarını gidiyor, gururlanıyorlardır. Hanım bir şeyler hisseder gibi oluyor. Köyde bir sürü avcı var. Her hafta domuza gidiyorlar. Her taraf köpek doldu, ondandır bu sesler, gürültüler diyorum. İnanır kanar mı bilmem artık.

Bir yandan da kafa yoruyorum, bu işi nasıl çözerim diye. Bir yolu olmalı. Böyle zamanlarda daha çok düşerim kitaba, okumaya. Gecenin yarılarına kadar kitaplar karıştırıyorum. Belki bir fikir uyanır kafamda, belki bir kıvılcım çakar bir yerden. Bir gün kahvede birkaç ihtiyarla oturuyoruz. Malaymino anlatıyor, kuyunun yanındaki alan eskiden daha genişti. Dört sıra dutun yanında mandıra vardı. Şimdi yerinde Aliosman’ın Asan ev yaptı. İşte onun batı tarafında, dutların ötesinde bir alan vardı. Sarıçalılık. Orası da cinli perili, şeytanlı yerlerden biriydi. Gece kimse geçmezdi yanından. Ovaya, çardakta bostan beklemeye giderken ta uzaktan dolaşır da öyle geçerdik oradan. Hem de bir sürü dua okuyarak, besmelelerle. Kilisenin alt tarafında, Tefikoların evinin önünde, dere kıyısında Pepelnik[1]vardı. Tüm köy külü oraya dökerdik. Verirlerdi elimize bir kova kül. Al bunu git dök. Ama sakın ola kül duası okumadan dökmeyesin. Çarpılırsın sonra. Külün içindeymiş en azılı cinler şeytanlar, türlü türlü bu alemden olmayan varlıklar. Dilsizin viraneliğin arkasında da bir yer var ki… O an benim kafada bir şimşek çaktı. Derdimin çaresini bulmuştum. Hemen eve koştum. Hanıma yapacaklarını tarif ettim. İki gün sonra Basmacı Bilal geldi. Üçer metre siyahla beyaz kumaş alıp işe başladı. Ben de Alilo Memet’den eski bir koyun postu aldıktan sonra, Hacı Madrabaz’ı yatsı namazı çıkışı, caminin kapısında yakalayıp, uzun uzun ondan istediklerimi anlattım. Dinledi dinledi, Bu hayırlı bir iş. Aklım yattı. Tamam. Olur, dedi. Bir hafta on gün sonra tasarladığım işi uygulamaya koyuldum.

Artiz

İki kanyollu kamayı hiç ayırmıyorum belimden. Birkaç defa pusula gönderdim Nurgül’e, almamış. Geri geldi. Çıldırdım tabii ki. Yakalasam bi tenhada, allah bilir ne yaparım o öfkeyle. Bir yandan da bi bok yapamayacamı, serilip ayağının altında ot böcek olmaya duracağımı biliyom ya, bilmezden geliyom. Geceleri erketeye yatıyom Orman Binası’nın etrafına. Sağda solda fısıltılar, cigara ateşleri görüyom da, üstüne üstüne gidince çıkmıyor bir şey. Ya karanlıkta kedigözü parlamıştır diyom, ya ateş böceğidir. Fısırfısırlar da, köy yeri işte. Ses olacak onca. Hem gece, karanlıkta daha bi duyulmuyor mu uzaktaki her bi ses? Halbuk kendimi kandırdığımı biliyom. Etrafta, sabaha kadar köyün zamparaları, gıkıçıkmaz kara sevdalıları dolanıyor. İki karış yerde. Kimse kimseye rast gelmiyor, görmüyor. Bir kendimiz görünür, geri kalan herkes hayalet. Sabaha kadar cigara ekliyorum uç uca. Onun odada lambası yanıyor bir vakte kadar. Hayal kuruyorum, şimdi ne yapıyordur? Elinde kemik tarak, o saman sarısı, güzelim saçlarını mı tarıyordur, yoksa beni mi düşünür? Daha kuyunun başında olandan bu yana o da bana karşı ilgisiz değil. Bunu biliyom. Değil ama belli etmek de istemiyo. Ne de olsa o Ormancı Cemal Bey’in kızı. Hem duyarım sağda solda, Çerkezler, hele hele Çerkez kızları çok gururlu olurlarmış. Severlermiş, kalpten gönülden, yanarlarmış da bir kirpiğinin teli bile bunu ele vermezmiş. Saklarmış dünya sırrı gibi.

Bir gece bir yine erkenden çöktüm mekanıma. Bir ara, bir tenhaya, kalabalıksız zamana denk getirip, yeri eşeleyip, birkaç tahtayla, kalası, çalıyı çatıp, bir kuytuluk yaptıydım Nurgülümün penceresine karşı bir yere. Yorulmuşum gün boyu sokak arşınlamaktan. İçim geçivermiş. Bir şeye uyandım. Bir ses, bir çığlık duydum sanki. Kafamı uzattım. Karanlıkta birisi bağara bağara koşuyor. Ne dediğini anlayamadım. Ama şeytan kovalar gibi kaçıyor. Çekildim gene inime. Sabahı ettim. O gün, sonraki birkaç gün Civero Verat hiç görünmedi ortalıkta. Bizim zamparaların, ipsizlerin sapsızların da hali bir tuhaftı. Sesleri solukları çıkmadı. Bir kenarda sustular öylecene. Bir hal vardı ya anlayamadım.

Bir ikindi vakti kavenin önünde yanlamışım sandalyada, oturuyom. İhtiyarlar az ötemde birkaç kişiHacı Madrabaz’ınetrafını çevirmişler. Bu bir şeyler anlatıyor. Okul dedikçe, Orman Binası dedikçe çekti alakamı. Ne diyor yahu bu ihtiyar hacı? Kulak kabarttım.

“Şimdiki Orman Dairesinin arkasında bir sarıçalılık var. Orası eskiden, Rumlar zamanında maşhatlıkmış. Onlardan sonra kaç kişi oraya ev dam yapmış da, ev temellerinden sallanmış. Oturtmamış kimseyi içinde. Aşağda ne varsa artık? Vaz geçmişler sonra. Bırakmışlar çalı kaplasın, yılan ürüsün. Orada en güçlüsünden de bir ermişin mezarı varmış. Ama karışmış maşatlıktaki mezarlara. Gavur Ermiş derlermiş. Babam dedem anlatırdı hep. Hiç yaklaşmazlarmış oralara. Oralarda, bir çukurdan, bir çalının ardından, gecenin yarısından sonra bir vakit, tepeden ayağa beyaz fistanlı, upuzun boylu, upuzun bembeyaz sakallı bir ermiş çıkarmış. Ayakları yerden iki karış yukarıda. Kayar gidermiş. Sonra sonra okul yapılınca buraya, bunları konuşmama kararı almış ihtiyarlar. Çocuklar korkup da okula gidip gelirken sıkıntı çekmesinler diye.”

Adi len! Palavracı. Kaç zamandır oradayım geceler boyu. Ben görmedim bi şey. Sen mi bileceksin? Bunlar geçiyor içimden. Bir yandan da gece gördüğüm, kaçan adamı düşünüyorum. Yahu oğlum, Artis, boşver bunları, bak sen işine. Bunamış bir ihtiyar. Diyerek kendime ayar çekip, cesaret veriyorum.

O malum gece bir sebepten kafam bozuk. Babamla atıştık galiba. Çok yabanisin, sessizsin, arada bir ormancının yanına yanaş da, bir iki tatlı laf et, arkadaşlık yap, sevdir kendini demiyorum ben buna da, evden kaveye çıkma, bütün gece maşinganın dibinde osur diyorum. Yorgunum diyor, kim çıkacak şimdi diyor, ayrılmıyor evden bir yere. Buna benzer bir şeyden atıştık. Omono’dan aldım bir şişe şarap. Kayboldum ortalıktan. Yarım ay alacaklı gibi tepede. Deniz durgun. Üzerine dökülmüş pul pul yarım ayın kırıntıları. Dere tarafından kurbağa vıraklamaları geliyor. Arada bir köydeki viraneliğin birinden ürkütücü bir baykuş sesi duyuluyor. Ben korkmam geceden, karanlıktan, baykuşundan kurbağasından. Bu yaşa tarla bayır, çardak toprak dışarıda yata yata gelmişim. Karanlığın altında yerin aynı yer, ormanın aynı orman olduğunu bilirim. Ben korkmadım hiçbir şeyden. O vakte kadar. Şişeyi yarılamış, geçmiş, dibini bulmak üzereydim. İçkiye de hiç gelemem. Hemen yamultur beni. Bakma lafa gelince ayyaşın kıdemlisi pozlar attığıma. Neyse. Bir an nasıl olduysa, ne olduysa derede kurbağaların, viranelikteki baykuşun, hatta ve hatta kıyıdaki dalganın sesi kesiliverdi. Uzun, bıçak saplasan işlemez bir sessizlik. Bir ürperti dolaştı sırtımdan aşağılara. Bi garip oldum. Kalktım, çıktım inimden. Geri kalan her şey tamam, ay, denizin üzerindeki kırıntıları, köyünevlerinin karaltıları. Sadece çıt yok. O ağır sessizliğin ortasına, sarıdikenliğin oradan bir ses duyar gibi oldum. “Ah!” mıydı, “Oh!” muydu, bir iniltiye benzer ses. Allah Allah! Yürüdüm birkaç adım. Sonra içime bir korku düştü. Hacı Madrabaz’ın kahvede konuştukları geldi aklıma. Daha bi kötü oldum. Başladı ayaklarım titremeye. Bir iki dua okusam? Okusam da, senelerce namazın, caminin yanından geçmedim ben. Hangi dua? Hatırladığımca, yarım yamalak bir şeyler mırıldandım. O anda gördüm onu. Beyaz, uzun mintanlı, beyaz sakallı bir şey, yerden biter gibi yükseldi, yükseldi, kollarını açtı. O ne kollardı Allahım. Metrelerce. Sakalı dalgalanıyordu esintide. Ağzından bir gürleme çıktı; “Giiit! Giiiit! Kaç!” Göründüğü gibi de yok oluverdi. Sanki yel oldu havaya karıştı. Dizlerim tutmaz olmuştu. Olduğum yere çöktüm. Bir vakit kıpırdayamadım ardından. Sonra ağır ağır eve döndüm. Gündüz neyse ne, Orman Dairesi’nin oralarda dolandım arada bir, ama gece zinhar, uğramadım bir daha etrafına. Uzaktan, kahvenin sinek boku yapışmış camlarından baktım Nurgülümün penceresine. Işığı sönene kadar. Gün geçti, bizim diğer zamparalar, ipsiz sapsızlar da döküldüler yavaş yavaş kahveye. Yüzleri bir hafta on gün bembeyaz, kireç gibi.

Daha da sonra tayini çıktı Cemal Bey’in. Bütün köyün delikanlılarının yasta olduğu bir günde, Kemiksiz’in Enter’iyle gittiler. Kırlangıçlar bile yuva yapmayı bıraktıydı o sabah. Kör Ali, hepsinin sarıçalılıkta toplandığını, seslerini ta dere boyundan duyulduğunu söyledi. İnanmadım. Ama baktıydılar kamyonun arkasından dolu gözlerle. Ben şahidim.

Mehmet Sürücü

[1]Pepelnik. Pomakça. Küllük. Köy yerinde toplu olarak kül dökülen yer.