b4299-birtakim2btuhafliklar2bon2bkapak.jpg

Sizi bilmem, ben yakın yaşlarda olduğum yazarların yazdıklarını daha da fazla bir merakla takip ediyorum. Kuşak fetişizmi mi? Sanmam. Kıskançlık? Yok ulen sen de, hadi ordan! Aşağı yukarı aynı yollardan geçtiğimiz (hiç taso oynayanla oynamayan bir olur mu), aynı zamanlardan geçtiğimiz (28 Şubat’ta nabıyorduk lan biz?), belki aynı okullardan geçtiğimiz (bat Beytepe bat) kuşaktaşlarımın iyi edebiyatlarından, ne yalan söyliyeyim, kıvanç duyuyorum. Hazır kuşak işlerine girmişken; edebiyatı keskin kuşaklara ayırmak her zaman ne mümkün oluyor ne de sağlıklı. Son zamanlarda, görmüşsünüzdür, 2000’ler öykücülüğünden bahsediliyor. Böyle bir realiteden bahsetmek için henüz erken belki. Ama eğer olacaksa, kıyısından ucundan benim de içinde yer alacağım bu kuşak için şunu söyleyebilirim: 2000’lerde öykü yazanlar, geçmiştekine kıyasla (ve şiir ve roman yazanlara kıyasla), birbirlerini çok daha fazla okuyorlar. Beğenilerini, eleştirilerini esirgemiyorlar. Sanal ortamlarda da olsa zaman zaman, daha fazla temas ediyorlar birbirlerine. 2000’ler öykücülüğünden bahsedilecekse ilerde, alamet-i farikası olarak ilk bu söylenecek. Bence.

İkinci diyeceğim şudur: Yolu şiirden geçen öykücüleri daha çok seviyorum. Yazdıkları bana daha bir iyi ve güzel geliyor. Bunu bir süredir kendime bilgi etmiştim ama açık açık söylemek yerine, mahcubiyetle mırıldanıyordum. Bir şekilde şiir yazmaya çalışmış, hala yazan, bunları geride bıraktıysa bile, zaten hala iyi bir şiir okuru olan öykücüler kendilerini belli ediyorlar. Nasıl demeli, şiirce bakışları sızıyor yazdıklarına. Öykülerine koydukları başlıklardan, kullandıkları epigraflardan bile onların bu bakışlarını rahatlıkla fark edebiliyorsunuz. Şiirden geçmiş öykücü adam/kadın, elindeki taşın kıymetini daha iyi biliyor. Zarifçe oynuyor dille, zarifçe oyuyor sözcükleri.

Alper Beşe de yolu şiirden geçen yazarlardan. Benim önce şiirlerini okuduğum bir öykücü. Sonra blogunda, yenidoğan oğluna Ali İsmail abisini anlattığı yazısını okudum. Sonra da, kitabını bulmak için birtakım olağan tuhaflıklar yaşadım.

Dostlar, Romalılar, yurttaşlar, yazma hevesiniz var, karalıyorsunuz da bir şeyler, ama henüz kitabınız yayımlanmadı mı? Aman diyeyim, hiç kalkışmayın. Neden mi? Oooo, şimdi anlatmaya kalksam zamanın beyni durur, denizler kurur!

(Yine de dayanamamak) Telif, kitabınızın fark edilip okunması gibi hususlara filan girmiyorum bile. Kendi kitabınızı sizden habersiz tekrar tekrar basarlar, sizin haberiniz bile olmaz. Bunlara da hiç girmiyorum. En basitinden şöyle bir şey yaşarsınız: O günlerde, önündeki oturma yerlerini bloklamak için demir çit çekmişti Büyük Dost. Zaten gıcıktım. İçeri bir girdim, yılbaşı öncesi Migros ortamı, 3 M’i düşün, öyle bir şey. Kitapçıdan çok manav reyonu gibi. Bir şey sorarsın, bilmezler. Dergi sorarsın, gelmemiştir. Neyse. Öykü kitaplarını zaten bulamazsın, kırk yıldır dolaştığın yerde sormak zorunda kalırsın. Öyle görünmeyecek, öyle saçma sapan bir yere konulmuştur ki aradığın kitap (öykü yazarsan senin kitabın da böyle olacak dostum, uzak dur demem işte bundan ötürü), illallah edersin. Çıkarken, marketin en işlek yerine cafcaflı bir şekilde yerleştirilmiş olan “Ayın Elemanı” absürtlüğündeki “Ayın Çok Satanları” kitaplarını görürsün, la havle çekersin!

Bir öykü kitabı ararken yaşanılan bu olağan tuhaflıklardan sonra, Alper Beşe’nin “Bir Takım Tuhaflıklar” kitabını elime aldığımda, hele ilk birkaç öyküyü okuduktan sonra, yukarıda andığım o “aynı yollardan geçmişlik” duygusunu iliklerimde hissettim. Öyle ya, Beytepe’de, Edebiyat Fakültesinin A girişinde, belki yan yana sigara içmişizdir (tamam tamam, Eylül Akşamı romantizmi yapmaya çalışmıyorum). Zaten bu yakınlık, aynı mekanları paylaşmış olmaktan gelmiyordu sadece, öykü dünyalarımız da birbirine komşuydu sanki. Ben böyle hissettim en azından.

Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölümdeki öykülerde yer alan anlatıcı karaktere öyle yakın hissediyorum ki kendimi! Gürültülü ve reklam panolarıyla, kariyerist mallarla dolu bir dünyada, rüyadaymış gibi sesi çıkmıyor adamın. Sanki kötü bir rüyada ve bağırsa da kimse duymayacak zaten. Çok sevilen deyimle, o bir loser. Kentsel dönüşümle birlikte bireysel dönüşümünü (yıkımını) yaşayan karakterin hikayesi, Turgut Uyar’a ve Metin Altıok’a selam çakılarak anlatılıyor. Bu bölümdeki bir öyküyü (Terapi) –internette zaten yayımlanmış olduğu için sakınca görmüyorum– buradan okuyabilirsiniz.

İkinci bölümdeki öyküler, kitaba adını verenler: Birtakım Tuhaflıklar. İçim ürpererek okudum bazılarını. Gölge Oyunu’nu izlerken duyduğum o tatlı tatlı kaşıyan huzursuzluk sardı içimi. Biladerim içerde müzik dinlediği için mutfaktaki küçük masaya yerleşmiştim. Sigaramı yakıp pencereden başımı uzattığımda kiraz ağacını görür gibi oldum. Asabiyeci Sinan Ferid’e görünmek istedim. Martıdan korkan oğlan gelip rüyasını anlatacaktı sanki, kulak kabarttım, banyodan ses gelmiyordu neyse ki!

Üçüncü bölümdeki öyküler, ikinci bölümdekilerle akraba. Ama o bahsettiğim, yolu şiirden geçme hali, üçüncü bölümdeki öykülerde daha bir belirgin. Ben, Edip Cansever’in kitabın son öyküsünü okuyacak kadar bir süre için diriltilmesini talep ediyorum yetkili makamlardan (üstüne bir de rakı ve sigara içmelik zaman olsun, n’olur). Son bölümdeki bu öykülerde anlatıcı değişiyor, öyküdeki farklı kişiler söz alıyorlar. Ne tuhaf, herkes bir yerlere bakıyor. Farklı yerlere. Kitabı bitirdiğimde bir keder gelip oturuyor masaya (bunda bir tuhaflık yok, güzel şeyler kederi çağırır). Peki, nasıl karşılanır keder? Evde içki yok, saat onu geçmiş, bir şey gelmiyor elimden, mahcup oluyorum kederime.

Burada parantez açmak isterim. Son zamanlarda öykü seçkilerinde artış var, malumunuz. Bu seçkilerdeki öykülerin geneli kötü ve çirkin. Anlaşılır bir şey bu, olağan. Ama bazen de mücevher gibi öykülerle karşılaşırsınız o seçkilerde. Daktilo öyküsü, söz gelimi, 12 Eylül Öyküleri Seçkisi gibi bir seçkide yer alsaydı, o seçkideki en iyi öykülerden biri olurdu. Öyküler için son sözlerimi edecek olursam: çok yerinde göndermeler; ironi; susulan anlarda konuşulanların, Wittgenstein’a inat anlatılmaya çalışılması; sessizliğin karşısına sözcükleri koymaya çalışmanın o her dem şerefli mağlubiyeti… Ezcümle; enfes!

Başlığı da açıklayıp sizi bu öykülerle başbaşa bırakmak isterim. İyi ve güzel öykü nedir? Bilirsiniz işte, bazen bir öykü okursunuz, iyi öyküdür, sağlam işçiliği vardır, dili iyidir, kurgusu bilmem ne harikadır. İyi olduğunu teslim etmekle birlikte, bir nedenle, kendinizin de açıklayamadığı bir nedenle belki, sarmaz sizi o öykü. Ama bazısı da vardır ki hem iyidir hem de çok seversiniz. Güzeldir çünkü. Eee, bu iş böyledir, insan güzel bulmadığı hiçbir şeyi sevemez, sevdiği şeyi de güzel bulur. Sevginin nedeni/gerekçesi olmaz zaten (sevgi anlaşmak değildir). Ben bu öyküleri neden sevdiğimi, belki bu yüzden, adam/kadın gibi anlatamadım. Siz okuyun, kendi nedeninizi kendiniz bulun a dostlar!

Onur Çalı