Sayın Uzun ile nasıl tanıştığımızı tam olarak hatırlamıyorum. Nereden baksak, birkaç yıl olmuştur. Bu “edebiyat ortamı” denen şeyin içerisinde hem yazdıkları hem de yaşam ve edebiyat karşısında takındığı tutum itibariyle takdir ettiğim ve sevdiğim bir yazar ve arkadaşımdır. Hal böyleyken, söyleşi yapaylığına girmeyelim dedik. Tamam aynısı olmaz ama sanki Mülkiyeliler’de oturmuşuz da konuşuyormuşuz‘a yakın bir muhabbet olmuştur diye umuyorum. Siz de yan masadaymışsınız gibi dinleyin, isterseniz.

Onur Çalı

Öncelikle Kürar için tebrik ederim. Geri dönüşler için yeterli süre geçti gibi. Nasıl tepkiler aldın?

Kürar’ı beğenmeyenleri umursamayacak kadar iyiydi dönüşler : ) Kuru övgü değil söz ettiğim, birçok insanla yaşama karşı aynı noktada durduğum ve ortak bir edebiyat zevkini paylaştığım hissini yaşadım.

Edebiyat ortamını izleyen birisin. Hem bu gözlemlerin hem de Kürar’la yaşadığın deneyiminden yola çıkarak soruyorum: Kitabının “büyük” (hatta Salâh Birsel’in deyimiyle “bösböyük”) bir yayınevinden çıkması, neleri değiştirdi? Ne gibi bir farkı oldu?

Her yayınevinin bir izlerçevresi oluyor bence, bu anlamda okura ulaşmada bir fark oluyor. Çalıştığın editör de kitabın seyrini belirliyor. Asıl önemli olan da bu. Boşlukta uzun süre salınacağını düşündüğün, umduğun kitap son halini editör sayesinde alıyor.

Dergilerde öykülerin yer alıyor. Genel olarak edebiyat dergilerini, özelde öykü dergilerini takip edebiliyor musun? Dergiler ve dergilerde yayımlananlar hakkındaki düşüncen?

Yıllardır edebiyat ve öykü dergilerini takip ediyorum tabi ki… Aralarında sadece arkadaşlarımdan ödünç alarak okuduklarım da var, ara ara aldığım da düzenli takip ettiğim de… Her dergi kendi çevresini oluşturuyor. Sanırım bu yüzden, dergilerde hep çok beğendiğim öykülerle “ne kötü” dediklerim bir arada olmuştur.

İlk Kitabın Ateş Öyküleri’ni çok severek ve ağlayarak okumuştum. Kürar da öyle oldu. Kasabalı biri olarak, özellikle şu kısma bayıldım “Güzel bir sabah mı bilmiyorum, sessizlik iyidir ama havada kasaba kokusu var, kasabaların sessizliği kötüdür, sıkıntıyı büyütür, sıkıntıyı dağıtmak için ele âleme rezil olmadan yapılacak bin bir türlü rezilliği büyütür.” Kasaba melankolisi peşinde değilim ama şimdi bana yetişkin bir insan getir tanımadığım -beş dakika oturalım, konuşmasak da olur- onun kasabalı olup olmadığını anlarım (laf aramızda, öğretmen çocuklarını da daha yürüyüşünden bilirim). Bahsettiğin sıkıntıyı nerde olsa tanırım. Yine de kasabanın ne bir melankoli kumkuması ne de bir doğal/insani yaşam güzellemesi olarak ele alınmasını doğru bulmuyorum. Sen ne dersin?

Çok iddialı gördüm seni 🙂 Taşraya başka noktadan bakan yazarlar var eskiden beri. O yüzden senin söylediğin gibi bir durum söz konusu değil. Ama ben her şey gibi kasabada da kötülük görüyorum. İnsanlar birbirine ne kadar yakınsa, içli dışlıysa tahakküm, rekabet ve kıskançlık o kadar fazladır. Bunu söylerken şehir daha iyidir, demiyorum ama şehirde isterseniz bir nebze gözlerden uzak olabilirsiniz. Kasaba böyle bir şans vermiyor insana.

Kitaptaki öyküler birbirleriyle bağlantılı; izleksel bir bütünlük var. Böyle olması gerektiğini mi düşünüyorsun? Yoksa bir öykü kitabında birbirinden çok farklı öyküler bir arada bulunabilir mi? Sen neden böyle bir yapıyı tercih ettin?

Öykü ya da romanın nasıl olması gerektiği konusunda bir fikrim yok. Fikir beyan edilmesini de sevmiyorum. Çünkü yapıt önce gelir. Kuram yapıta göre şekillenen bir şeydir. Ben bir yandan öyküler yazıyordum ama kafamda bir yandan da kedi ve fare imgesi dolanıyordu, böylece tüm öyküler bu imgeyle birleşti. Bu imge nerden çıktı dersen, zaten kitabın başında onu anlatıyorum.

Kötülük-iyilik meselesine gelelim. Merak ediyorum ne düşündüğünü; teolojik terminolojiyle sorayım: İnsanın fıtratında iyilik mi var kötülük mü, hangisi baskın? Özellikle bizim de içinde yer aldığımız Ortadoğu coğrafyası bir kan gölü. Bütün bunlara zımni destek veren milyarca insan yaşıyor dünyada, bu insanlar ayrıca aile/devlet gibi organizasyonlara da gayet sadıklar. Bütün bunları düşününce, senin içinde bir umut ışığı yanabiliyor mu hâlâ?

Fıtrata inanmıyorum. Sadece Ortadoğu’da değil ki, dünyada da tarih “yıkım ve kan”la yazılıyor. İçimde umut var dersem, yalan söylemiş, kendime ihanet etmiş olurum, ama şunu diyebiliyorum: Işığı görmeden umut etmek zorundayız. Buna zorunlu olduğumuzu bilmeliyiz. Öbür türlüsü kötülüğü haklı çıkarır.

Gezi konusunda da bir kafa karışıklığı mevcut bence. Herkes kendi işine gelen mesajları çıkarıyor bu kalkışmadan. Biz de yeni edebiyattan, Gezi’nin edebiyatı da dönüştüreceğinden filan dem vuruyoruz. Hem o sürece tanık olmuş birisin, hem de Direniş Öyküleri adı altında bir öykü derlemesi hazırladın. Sen ne düşünüyorsun Gezi-edebiyat bağlamında ve yeri gelmişken bu seçki/derleme bolluğuna ne diyeceksin? Edebiyatçının, her toplumsal/siyasal olaydan sonra oturup o konuda eser verme sorumluluğu ya da zorunluluğu mu var, var mı?

Yazarın sorumlulukla projeyle işi olmaz aslına bakarsan. Bana en iyi gelen şey aylaklık. Ama bir yandan da toplumsal, siyasal olandan da uzak durmak mümkün değil. İnsanlar ölürken hayatın ve ülkenin güzelliğini anlatıyorsan pek fena bir şekilde siyasîsin demektir.

Seçki ve derlemeler yayınevlerinin “cin”liği olarak bu kadar yayıldı bence, ama olsun. Biz de hem bir araya geliyor hem de bir konunun nasıl farklı farklı anlatılabileceğini, yazarların gözünün ve kaleminin birbirinden ne kadar ayrı ya da birbiriyle ne kadar aynı olabileceğini görmüş oluyoruz.

Kör Katip adlı sitede de yazıyorsun. Oluşum aşamasından beri içinde olduğun için soruyorum, neden böyle bir ihtiyaç duydunuz? Kör Katip neden yayımlanıyor?

Hepimiz (Pelin Temur, Ozan Utku Akgün, Şamil Yılmaz) farklı farklı yerlerde yazıyoruz aslında. Ama, sanırım “kendimize ait” bir mecramız olsun istedik. Böyle işlerde vizyon misyon belirlenip tabelaya yazılıp ilan edilmiyor biliyorsun. Öyle oturup neden ihtiyaç duyuyoruz diye düşünmedik.

Geçtiğimiz yıl, Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nde Adnan Azar’ın başladığı söyleşilere, onu kaybettikten sonra, sen devam ettin. Çok da güzel söyleşiler olmuştu. Örneğin, Ayla Kutlu söyleşisini unutamıyorum. Devam edecek mi bu sene de?

Bu yıl dernekte Cumartesi günleri Murat Darılmaz sürdürecek söyleşileri. İlk konuğu da benim. 13 Eylül’de 🙂

Bir de Mayıs ayında Ankara’da Kör Katip’ten Şamil ve Pelin’in de emek verdiği Mek’ân Sahne açıldı biliyorsun. Orda Kör Kâtip söyleşileri başlattık. Sen gelmedin ama ilkini Pelin’le (Pelin Temur) Bir Kız Varmış üzerine yaptık. O söyleşi de çok güzeldi. Bu yıl Mek’ân Sahne’de sevdiğim yazarlarla, rutine bağlamadan, canım(ız) istedikçe söyleşiler yapmayı düşünüyorum. Beklerim seni de 🙂

Güzellik yarışmalarındaki gibi soracağım son soruyu: Elinde bir sihirli değnek olsa, nasıl bir dünya, ülke ve edebiyat ortamı yaratırdın?

Sihirli değnek hayali kurabilseydim o öyküleri yazar mıydım sanıyorsun Onur? Üstelik bir de edebiyat ortamı yaratıcam öyle mi? Sadece edebiyat değil, hiçbir şeyin ortamını bırakmazdım ortada 🙂

Son dedim ama merak ettiğim bir şey daha var. Oğlun Taylan, “savaş, arkadaşlık, biraz da hayal” içeren bir kitap yazacaktı, bir gelişme var mı?

Sorma, okuduğu kitapları beğenmediği için söylemişti onu. Şimdi benim kitap yayınlandıktan sonra, kitap yayınlamanın başarı sayılmayacağını söyleyerek dolaşıyor evin içinde. Asla yazar olmazmış. Yattı yani kitap işi 🙂