vusat-bener-620x375.jpg
Vüs’at O. Bener

Vüs’at O. Bener’in 1952’de yayımlanan ilk öykü kitabı Dost’taki öyküler yalın bir dile sahip oluşları ve fazla sözcük kullanımından sakınmaları ile öne çıkar. Bu iki belirgin özellik ilkin Sait Faik öykücülüğünde görülmüş olsa da, Bener, öykü kişilerinin güçlü içselliği ve ruhsal gelgitlerini gündelik dile ustaca yedirerek kendi özgün dilinde yazmayı başarmıştır. Bunun yanı sıra her bir öykünün hemen ilk cümleleriyle güçlü bir atmosfer kurmanın yetkinliğine de sahiptir.

Şimdiye dek Dost’a dair yazılanların üzerine yeni bir şey eklemenin, tekrara düşmemenin zorluğunun farkındayım. Bu zorluğu, hakkında pek konuşulmamış öykülere eğilerek ya da üzerinde zaten kalem oynatılmış olanlara farklı bir açıdan bakmaya çalışarak bir nebze olsun aşmayı umuyorum.

İlkin, kitabın basılmasında başarısının etkin rol oynadığı, kitaba adını veren Dost adlı öyküye bakalım. Öykü, Kasap Ali ile yarenlik eden Niyazi Bey’in kararsız düşünceleri, ruhsal gelgitleri üzerinden ilerler. Kasap Ali duygusuz, acımasız ve açık sözlülüğü patavatsızlığa vardıran biridir. Ona arkadaşlık eden Niyazi Bey, bu işte gönüllü olmasa da, hem Kasap Ali’nin yanındaki varlığını hem de onun kötü yürekliliği karşısında aldığı tavrı sorgular. Bu sorgulama esnasında duygu durumu merhamet ve acımasızlık arasında gidip gelir. Elbette mutlak iyi ve kötüden söz edilemez, belki ikiyüzlülükler yaşamın olmazsa olmazıdır. Ancak bunu bilmek Niyazi Bey’in huzursuzluğuna engel değildir. Kasap Ali, karısı Naciye’nin Niyazi Bey’e âşık olduğunu düşünmektedir. Bunu tasasız, umursamaz biçimde söyler. Bu sözler Niyazi Bey’i çok öfkelendirir. Onu ani bir tahammülsüzlüğe iter. Bunu iç konuşmalarındaki hızlı düşünce manevralarından anlarız: “Allah belasını versin. Hayat mı be! Şimdi ben zevk mi alıyorum bu adamla oturup içmekten? Sıkıntı işte. Keşke eve gitseydim. Kitaplar. Yerin dibine batsın kitaplar! Ne öğrettiler bana? Sökebildiler mi içimdeki huzursuzluğu?” (Dost, 11)

Etrafındakileri, giderek kendini hor görmeye başlar. Öte yandan Kasap Ali onu kolundan tutup içki faslını sürdürmek için zorla evine götürdüğünde Naciye’ye başka gözle bakar: “Senin de için sıkılıyor Naciye. Ne bakıyorsun. Hakkın var, çekilmez. İrili, ufaklı dört çocuk. Bu kaba, ahmak herif. Düşmüşsün bir kere. Laf, bana ne düşmüşse? Bütün bu dertlerin tasası bana mı ait?” (Dost, 15)

Aynı evde yatıya kalınca Naciye’yi bekler umutla. Sabah bulduğu mektupta Naciye onunla ancak nikâh altında birlikte olabileceğini yazmaktadır. Bu mektubu gülünç bulan Niyazi Bey yine başka bir düşünce durumuna savrulup bu işten paçayı kurtarmanın yoluna bakar.

Bener, Dost’taki hemen her öyküde ayrıntı ustalığı sayesinde, yalın diyaloglar ya da iç konuşmalarla öykü kişilerinin resimlerini keskin ama tutumlu hatlarla belirler. Konuşma dilinde yer alan her bir cümle özenle seçilmiştir. Yazınsal dil ile yoğrulmuş, edebiyata içkin bir hale getirilmiştir. Diyaloglarla birlikte akan iç konuşmalar sayesinde anlatıcı öykü kişisinin tedirgin iç dünyası incelikli bir biçimde verilir. Bu anlatım biçimi, okura açık yorumlama ve düşlem alanları bırakır.

Dost’taki öykülerin çoğu birinci tekil kişi ağzından yazılmıştır. Bu seçim öykülere otobiyografik bir hava verip onların sahiciliğini artırırken bir yandan da öykü kişilerinin iç yaşantılarına uzanma olanağı yaratmaktadır.

Kömür adlı öyküde orta halli, iyi giyimli öykü kişisi bekâr odasına kömür taşıtmak için kömür deposu etrafında ucuz yollu küçük bir hamal bakınır. Bu sırada iki küçük arasındaki bir kavgaya tanık olur. Başka hamallar, esnaftan, işçiden tipler de çocukların etrafını almış, kavgayı kızıştırmaktadır. Öykü kişisi yine kararsız bir duygu durumuna düşer. Diğerleri gibi bağıramasa da kavga seyretmekten hoşlanır: “Ben de hoşlanmaya başladım, farkındayım. Vur, ez! Hangisi iyi vuruyorsa ondan yanayım.” (Kömür, 37)

Hemen sonra pişmanlık ve acıma duyguları gecikmez, yanındakine dönüp “Yazıktır, yeter artık, ayırın canım şunları,” der. Yanındakinin aldırmaz bir cevap verip gülmesi üzerine de fazla merhametli görünmekten çekinir: “Bak şimdi, yufka yürekli sandı beni.” (Kömür, 38)

Hemen her öyküde, öykü kişileri duygusal ve yumuşak görünmekten çekinir. Bir yandan insanların saflığına, çaresizliğine, nadiren de sevgisine inanma isteğinin eşiğine doğru bir yönelime girmişken, eşzamanlı olarak kendileri dâhil bütün insanlara karşı tahammülsüz bir vazgeçiş ve bıkkınlık hissine kapılırlar. Birbirinin zıddı birçok duygu ve düşünce durumunda seyredip, hiçbirinde rahatlayamadan, her birinin sıkıntısını ve ağırlığını ayrı ayrı deneyimlerler.

Dam adlı öyküde, keder ve onu perdeleyen neşe arasındadır bu gelgitler. Anlatıcı öykü kişisi Kerim ve arkadaşı Naci can sıkıntısıyla dolaşmaya çıkar. Kerim’in abartılı şakaları, neşesi, gözükaralığı, hayvanlara karşı saldırganlığı belki yoksulluğundan doğan kederini gizlemektedir: “Memnun halinden. Ben de o niyetteyim ya, sağımızdaki kara elbiseli adamın karısı, ya da nesiyse, yumruk atar gibi bakmasa. Üstümüzü, başımızı bir yokladım. Hakkı var kadının. Yakışık almayız biz buralara. Bütün öksüzlüğüm kıpırdandı.” (Dam, 49)

Korku adlı öyküde sıkıcı, hareketsiz bir kasabaya tıkılmış iki yakın arkadaş (anlatıcı öykü kişisi ve arkadaşı Rahmi), sıkıntılarını atmak ya da büsbütün artırmak için buluşup içki içerler. Rahmi’nin kasaba hakkındaki şu sözleri ora yaşantısını özetler niteliktedir: “…Müzik yok. Oku, bıkarsın. Sineması ahırdan beter…” (Korku, 71)

Rahmi, kasabaya misafir gelen bir kıza tutulur. Ondan kurtulmak için arkadaşından tavsiye ister. Arkadaşı ise doğrudan intihar etmesini salık verir. Meselenin basit olduğunu düşünmekte, en ufak bir tereddüt duymamaktadır. Öykünün son sahnesinde ise Rahmi’nin “tümseğinde” içmektedir. Öykü boyunca giderek belirginleşip nedeni sorgulanan korku, yavaşça somutlaşır. Anlatıcı, artık korktuğunu söyler. Bu korkunun asıl nedeni yine de muğlaktır. Belki de vicdan azabı çekmektedir. O “anlatılmaz ürperti” korku olarak doğmuştur.

Bener’in öykülerindeki bu tedirginlik ve huzursuzluk hali yalnızca ayrıksılıktan, çaresizlikten ya da taşrada sıkışıp kalmış olmaktan kaynaklanmaz. Öykü kişileri genel olarak çevresindekilerin kendisi hakkında ne düşündüklerini kurmayı alışkanlık, hatta saplantı haline getirmiştir. Sürgit iyi olma isteği ile iyi ve yufka yürekli görünürse başkaları tarafından hafife alınacağı, aldatılacağı korkusu arasında sürekli bir gelgit vardır. Bu bocalamalar çözümsüz bir huzursuzluğu beraberinde getirir. Sonuç olarak öykü kişisinin çevresindeki insan ve nesnelere karşı kötücül düşünceler taşımasına yol açar. Kendi kendini sorgularken bu kötücül düşüncelerle karşılaştığında da yine kendini suçlar ve yine katıksız iyi ve merhametli olma isteği duyar. Böylece duygu ve düşünce durumundaki bu gelgitlerle bir türlü başa çıkamaz.

Öykülerindeki bu “saplantılı” gelgitler, aynı zamanda Bener’in öyküsünü doğuran etmenlerdendir: “Öykü yazmak için rahatsız olmaya, dahası hastalık derecesinde saplantıya gereksinim duyarım.” (Vüs’at O. Bener ile Söyleşi, 44)

Öte yandan, Korku, Boş Yücelik ve Yazgı adlı öykülerde öykü başkarakteri öykü boyunca acımasız duygu durumunda kalır. Herhangi belirgin bir gelgit yaşamaz. Özellikle Yazgı’da duygudan ve insancıllıktan uzak bir karakter görürüz. Durduğu noktada güçlü ve emindir. Karşılaştığı zorlukları kendince aşmak konusunda gamsız ve açıktır.

Vüs’at O. Bener öykücülüğünde, o zamana dek yazılmış öyküden ikinci belirgin ayrım atmosfer yaratmaktaki ustalığıdır. Özellikle diyaloglarla ilerlemeyen öykülerde, okur henüz ilk cümlelerle öykü dünyasının içine alınır.

Kan adlı öyküde, okur öykü boyunca, adım adım hem atmosfere dalmayı hem de hikâyeyi sezinlemeyi sürdürür:

“Sis dağılgın, gözeleri dolgun buğularla daha büyüyor. Büyüdü; boğdu, yılgın sokakları, bacaları, ıpıslak toprağı. (…) Dağ yollarında homurtular kısıldı, karanlık koyuldu. Ova durgun, batık, sağır.” (Kan, 134)

“Havalanan küllü buğu elendi. Taze kadının gergin kalçaları: diri, uyanık. Böğürleri dolu. Beli çukur, dar. Solunuyor. Eğni yuvarlak, geniş. Yığılı gür saçları.” (Kan, 135)

İlki, Kan, Anlaşılmayan adlı öyküler diyaloga dayalı biçimden uzaklaşır. Bu öyküler Dost’taki yazınsal anlayıştan tamamen sapmasa da Vüs’at O. Bener’in yenilik arayışlarını sergilemekte, Yaşamasızadlı ikinci kitabındaki öykülerin yazınsal niteliğinden haber vermektedir. Bu öykülerde yalın ve dolaysız anlatım yerine; beklenmedik bakış açısı, mekân ve durum değişiklikleri, eksiltili cümleler, ilkin birbirinden kopuk görünen betimler, yazarın keşfettiği özgün sözcükler yer alır. Giderek “kapalı” sayılabilecek bu metinler okurun katılımını ve çabasını şart koşar.

Bu açıdan bakıldığında, Dost, Vüs’at O. Bener’in öykü dünyasına özgün bir ilk adımdır. Yazar bu özgünlüğü sonraki metinlerinde, yeni dil araştırmalarıyla sürdürmüştür.

Vüs’at O. Bener’in Dost’taki yalın ve içsellikle örülü, şaşaadan arınmış dili, onu edebiyatın pırıltılı vitrinlerinden epey bir süre uzak tuttuğundan, Bener’i bulmak ve öykülerinin tadına ermek iyi bir okur olmayı gerektirir. Birçok okur tarafından geç keşfedilmesi yine de bir kayıp değildir, olmamalıdır. Bu ayrıksı öykülerin dünyasına dalabilmek için o zamana kadarki okuma serüvenimizin çetrefilli yollarına ve güçlüğüne gereksinim duyarız.

Pelin Buzluk

Kaynakça:

Dost/Yaşamasız, Vüs’at O. Bener, Yapı Kredi Yayınları, 2003.

Kabuğunu Kıran Hikâye, Jale Özata Dirlikyapan, Metis Yayınları, 2010.

Öykünün Bahçesi, Semih Gümüş, Adam Yayınları, 2003.

Vüs’at O. Bener ile Söyleşi, Alpay Kabacalı, TÜYAP, 2005.

Bu yazı, Sarnıç Öykü dergisinin 4. sayısında yayımlandı.