
“Güller yığan bir adam olsun isterdim babam”
Didem Madak
Yağmur az önce durdu. Durdu ama damlalar usulca düşmeye devam ediyor çam yapraklarının sivri uçlarından. Bu yüzden, annem şemsiyesini henüz kapatmıyor. Ben ise çoktan kapattım küçük mavi şemsiyemi. Damlalar kafama düşsün, saçlarımın arasından süzülerek yüzüme, gözlerime yayılsın istiyorum çünkü. Çünkü karşımda ağlarken annem, gözlerini boşluğa dikmiş hüngür hüngür ağlarken, ben ağlayamıyorum. Gözyaşlarım içime akıyor sanki. Kendimi kötü hissediyorum. Hiçbir şeyden eksik kalmamam gerektiğine inandığım yaşlardayım. Elimden bir şey gelmiyor.
Ağaçlardan kafama düşen, saçlarımın arasından süzülerek yüzüme ve gözüme yayılan damlalar da kesiliyor bir süre sonra. Fakat annem şemsiyesini kapatmıyor. Kahredici bir boşlukta gözleri. Evde olsaydık, elimi gözlerinin önünde sallayıp, dalıp gittiği yerden çekip çıkarırdım onu. Evde olsaydık, bunu yaptıktan sonra yanağına bir de öpücük kondururdum. Evde değiliz ve anladığım kadarıyla durum çok ciddi. “Anne,” diyorum sessizce. “Yağmur durdu.” Sesimi duyuncaya dek varlığımdan habersizmiş gibi irkilerek bana bakıyor. Şemsiyesini kapatıyor sonra.
Bir süre sonra boylarından büyük içi su dolu bidonlarla iki çocuk yaklaşıyor yanımıza. Annem gözlerini etrafta gezdirip, sağa sola bakarsa o kahredici boşluğa ihanet edeceğini düşünüyor olsa gerek, yeniden dalıp gitmiş. “Anne,” diyorum sessizce. “Çocuklar geldi.” Annem ne istediklerini anlamaya çalışan gözlerle bakıyor çocuklara. Çocuklar bidonlardan ayakkabılarına damlayan sulara aldırmadan dibimize kadar geliyor. “Sulayalım mı abla?” Cevabı “Evet” ya da “Hayır” olan bu soru üzerine annem bir süre düşünüyor. “İstemez, yeni dindi yağmur.” Çocuklardan esmer, yeşil gözlü olanı “Olsun abla,” diyor. “Sevaptır. Biz de sulayalım.” Annem yine düşünüyor. Bu sefer cevap vermiyor ama. Başka bir şey düşündüğünü anlıyorum o zaman. Çocuklar boylarından büyük, fakat artık biraz daha hafiflemiş bidonlarıyla uzaklaşıyor yanımızdan.
Annem oturduğu beyaz mermerden kalkıp yanıma oturuyor. Elinin içiyle hafifçe dokunarak yanağıma, kafamı omzuna yatırıyor. Parmakları gözlerime değiyor o sırada. “Ağlama oğlum,” diyor. Kurduğu bu cümlenin ilk iki harfi ağzından çıkar çıkmaz ağlamasının şiddeti artıyor. Bana “Ağlama,” diyor fakat ağlamazsam bana bakıp daha çok üzüleceğini biliyorum. Çünkü biliyorum, hüngür hüngür ağlayan birini görmekten daha çok acı veren bir şey varsa, o da gözyaşlarını hüngür hüngür içine akıtan birini görmektir.
Hava kararıyor. Gitme vaktimiz yaklaşıyor. Hep böyle oluyor. Her geldiğimizde, güneşin ağaçların arkasına her saklanışında, “Hadi,” diyor annem. “Bitir işini de gidelim.” Bu sefer o söylemeden çıkarıyorum beyaz poşetimi montumun cebinden. Poşetim ağzına kadar çubuk kraker dolu. Amcam hafta sonu bize geldiğinde, bana çubuk kraker aldığında, birkaç tanesini bu poşette biriktiriyorum. Sonra beyaz mermer taşlarla dolu bu büyük bahçeye geliyoruz. Büyük, beyaz bahçe. Poşetimden teker teker çıkarıp çubuk krakerleri, annemin “Baban burada dinleniyor” dediği toprağa batırıyorum. Babamın karnını bugün de doyurduktan sonra anneme dönüp soruyorum: “Hepsini yiyordur değil mi anne?”
Emre Yüksel