Kitaplarla yatıp kalkanlardansanız, izlediğiniz bir filmde okuduğunuz bir kitabı görünce gülümsersiniz, bir arkadaşınızı görmüş gibi. Daha önce tanışmadığınız bir arkadaşsa bu kitap, hemen bir kenara not edersiniz adını. Bazen, yönetmenler acımasız olur ve filmdeki karakterin elindeki kitabı göreceğiz diye pause tuşunu eskitmek zorunda kalırız. Neyse ki Anıl Altın ve Nazlı Karabıyıkoğlu, aşağıda okuyacağınız keyifli çalışmayı yaptılar. 10 güzel filmde bahsi geçen ya da görünen kitaplar, hem sinemanın hem de edebiyatın ruhuna uygun bir şekilde yazılmış. Bakalım hangileri tanıdık gelecek size!

Solaris (Solyaris, 1972).jpg
Solaris (Solyaris, 1972)

Sinema tarihindeki en özel yönetmenlerden biri olan Andrei Tarkovsky’nin Stanislav Lem’in aynı adlı kitabından uyarladığı Solaris (Solyaris, 1972), bir bilimkurgu başyapıtıdır. Başarısız bir uzay deneyinde bilim adamları ve özellikle baş karakter psikolog Kris Kelvin, hayalin her şeyi tatmin edip gerçekliği muğlaklaştırmasıyla birlikte, derin içsel yolculuklara çıkarlar. Başta eski karısı Khari olmak üzere geçmişinden çıkıp gelen parçaların, Kris Kelvin’in mantıklı zihnini parçalayışına tanık oluruz. Ve her şeyin sonunda, son sahnede kamera gökyüzüne doğru yükselip bize bir ipucu verdiğinde dahi hayali gezegen Solaris bir muamma olmaktan öteye gitmeyecektir.

Miguel de Cervantes’in Don Kişot’u filmde doğum günü sahnesinde, “İnsanın ihtiyacı olan insandır.” vurgusundan hemen önce karşımıza çıkıyor. Hayali bir gezegenden, hayali canavarlara, düşmanlara savaş açan Don Kişot’a ve sadık dostu Sancho Panza’ya kadar uzanıyor yol.

Kıyamet (Apocalypse Now, 1979).jpg
Kıyamet (Apocalypse Now, 1979)

Daha çok Baba üçlemesiyle (The Godfather, 1972, 1974, 1990) sinemaseverlerin gönlünde taht kurmuş olan Francis Ford Coppola’nın büyük zorluklarla çektiği Kıyamet (Apocalypse Now, 1979) filmi, Vietnam Savaşı’nı ve özellikle de savaş psikolojisini en iyi anlatan filmlerin başında geliyor. Savaş tüm sıcaklığıyla devam ederken kendisine, diğer tarafa geçmiş (ki bu tarafın karanlık mı, aydınlık mı olduğu tartışma konusudur) Albay Walter E. Kurtz’ü (Marlon Brando) bulma görevi verilen Yüzbaşı Benjamin L. Lillard (Martin Sheen), ekibiyle birlikte sonu belirsiz bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğun esasen ABD’nin Vietnam’da içine düştüğü durumun bir alegorisi olduğunu vurgulamakta ise fayda var.

Albay Kurtz, bir sahnede T. S. Eliot’un The Hollow Men isimli şiirini okumaktadır. Bu sahne sanki başka bir şiirle doldurulamaz. Çünkü The Hollow Men şiiri, alegorik yapısıyla, savaşa işaret eden öğeleriyle ve ölümün nefesinden dokunmuş olmasıyla bir savaş ağıdı gibidir:

Sightless, unless
The eyes reappear
As the perpetual star
Multifoliate rose
Of death’s twilight kingdom
The hope only
Of empty men.

Cinnet (The Shining, 1980).jpg
Cinnet (The Shining, 1980)

Stanley Kubrick’i birçoklarının gözünde gelmiş geçmiş en büyük yönetmen statüsüne yükselten şey, sadece farklı türlerde filmler çekmiş olması değil, bu filmlerin -belki ilk ikisi hariç- tamamının başyapıt olmasıdır. Stephen King’in aynı adlı romanından uyarladığı Cinnet (The Shining, 1980) filmi de korku-gerilim türünde çok özel bir yerde durmaktadır. Başta başrol oyuncusu Jack Nicholson’ın efsanevi performansı (Jack Torrance) ile öne çıkan Cinnet, Kubrick’in dehasını yansıtır şekilde bizlere tekinsiz bir atmosfer ve unutulmaz sahneler sunuyor.

J. D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar (The Catcher in The Rye) kitabını ise, filmin başında Bayan Torrance tarafından okunurken görüyoruz. Belki de kitabın unutulmaz kahramanı Holden’ın şu cümlelerini okuyor Bayan Torrance: “Hatırlamayışımın nedeni; felaket üzgündüm. Bir şeylere üzülüyorsam, tuvalete gitmem gerekse bile gitmem. Üzülmekten gidemem. Üzülmeyi bırakıp gidemem.”

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (The Unbearable Lightness of Being, 1988).jpg
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (The Unbearable Lightness of Being, 1988)

Milan Kundera’nın aynı adlı romanından uyarlanan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği bir Philip Kaufman filmi. Güçlü bir edebiyat eserinin uyarlaması olarak tartışmalı bir film olsa da üç temel karakteri arasındaki karmaşık ilişkiyi ve bu karakterlerin ruh hâllerini anlatış biçimi, oyuncuların (Daniel Day-Lewis, Juliette Binoche ve Lena Olin) başarılı performansları ile perçinlenmiş. Politik bir alt metin üzerinde, eşsiz Prag görüntüleri ile birlikte insan ruhunun kıvrımlarında bir yolculuk sunuyor film bizlere.

Tereza’nın koltuğunun altında o koca ciltli Anna Karenina’yla Tomas’ın az önce kitap okuduğu banka oturup, oranın aynı zamanda kendisinin de kitap okuma yeri olduğunu söylemesi, filmin büyülü kitap sahnelerinden biridir. Tereza’nın Anna Karenina ile kurduğu bağ, daha sonraları Tomas’la olan evliliğinde yaşanacakların ipucu olabilir. Naif çığlıklar, kızaran yanaklar, histeri nöbetleri… Tolstoy’un bu büyük romanının başlangıcındaki cümle özetliyor belki de her şeyi: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Katil Doğanlar (Natural Born Killers, 1994).jpg
Katil Doğanlar (Natural Born Killers, 1994)

Oliver Stone’un Quentin Tarantino’nun hikâyesinden uyarladığı Katil Doğanlar (Natural Born Killers, 1994) filmi, baş karakterleri Mickey Knox (Woody Harrelson) ve Mallory Knox’un (Juliette Lewis) çarpıcı uyumlarıyla esasen akla hemen Bonnie ve Clyde (Bonnie and Clyde, 1967) ve Kanlı Toprak (Badlands, 1973) filmlerini getirse de kurgusu ve sinematografisi ile bambaşka bir çizgide ilerliyor. Daha da önemlisi, filmin esas meselesi: Film, şiddet ile medya ilişkisi üzerine tartışma yaratacak bir yergide bulunma peşinde.

Sylvia Plath’in The Bell Jar (Sırça Fanus) isimli kitabını, cinnet eşiğini aşmadan hemen önce, henüz uyumakta olan Mallory Knox’un yatağının kenarında görüyoruz. Tam bu eşikteyken, Plath’in tek romanı olan bu kitabın yanında uyuyup kalmak… Plath, üstesinden gelemediği açmazlarını otobiyografik öğelerle anlattığı Sırça Fanus ile Mallory’yi tetiklemiş olabilir mi?

Saatler (The Hours, 2002).jpg
Saatler (The Hours, 2002)

Michael Cunningham’ın aynı adlı kitabından uyarlanan Saatler filmi, üç farklı zaman diliminde yaşayan üç kadının hayatlarından birer kesiti, girift bir dille anlatıyor. Yönetmenliğini Stephen Daldry’nin yaptığı filmde Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway isimli eseri etrafında örülmüş hikâyede bir yazar, bir okuyucu ve bir karakter, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı. Virginia Woolf’u eserini yazarken, Laura Brown’ı bu eseri okurken ve Clarissa Vaughan’ı da yaşarken görüyoruz ki bu edimler, karşıtlıkların bir araya gelip bir bütün oluşturmasıyla hayatın ta kendisini şekillendiriyor.

Ve filmde Mrs. Dalloway’in o güzel başlangıç cümlesi yankılanıyor: “Mrs. Dalloway o sabah çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.”

Maç Sayısı (Match Point, 2005).jpg
Maç Sayısı (Match Point, 2005)

1970’lerden itibaren hem yıldız bir oyuncu hem senarist hem de auteur bir yönetmen olarak öne çıkan Woody Allen, kendisine has zekâsı ve mizahi dili ile bilinir. Aynı zamanda bir entelektüeldir ve kadın erkek ilişkileri ile örülü filmlerinde sanatın her alanından ince ve keskin göndermelere sıkça rastlarız. Maç Sayısı filminde de özellikle Fyodor Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanına atıfta bulunur.

Filmin başlarında, baş karakterlerden Chris Wilton’ı (Jonathan Rhys Meyers), Suç ve Ceza’ya göz atarken görürüz ki bu bir işarettir bizim için. Raskolnikov’un o meşhur cinayetten sonra çektiği tüm vicdan azaplarının ve ıstırapların bir yansımasıdır Chris’in cinayetine karşı besledikleri. Zenginlik uğruna cinayet işleyebilecek olan Chris, modern zamanın Raskolnikov’u olarak izleyicinin karşısındadır şimdi.

Küçük Gün Işığım (Little Miss Sunshine, 2006).jpg
Küçük Gün Işığım (Little Miss Sunshine, 2006)

Amerikan bağımsız sineması, ana akım Hollywood sinemasına göre daha incelikli ve sanatsal olma yönüyle öne çıkıyor. Bu bağımsız filmler, adaylıkları ve özellikle de kazandıkları senaryo ödülleriyle Akademi Ödülleri’nin (Oscar) anlamını arttırıyor diyebiliriz zira Hollywood sineması artık ciddi ciddi senaryo sıkıntısı çekmekte. 2007 yılında En İyi Orijinal Senaryo ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Alan Arkin) dallarında Oscar ödüllerini kazanan Küçük Gün Işığım ise bu konuda güzel bir örnek. Aralarında akrabalık bağı bulunan ve nevi şahıslarına münhasır altı kişinin, bütün zıtlıklarını ve farklılıklarını beraberlerine alarak çıktıkları bir macerayı anlatan, dramatik yapısı iyi kurulmuş hoş ve komik bir yol filmi.

Friedrich Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli kitabını, yolculuk öncesinde evin suskun oğlu Dwayne’in (Paul Dano) elinde görürüz. Zerdüşt’ün her biri aforizma niteliğindeki söylemleri, bu sessiz çocuğun zihninde kim bilir neler uyandırıyordur? “Her şey gider, her şey geri gelir, sonrasızca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonrasızca sürer varlık yılı.”

Okuyucu (The Reader, 2008).jpg
Okuyucu (The Reader, 2008)

Başta Akademi, Altın Küre ve BAFTA Ödülleri olmak üzere topladığı ödüllerin yanı sıra, konusu ve cüretkârlığı ile de tartışmalara yol açmış bir filmdir Okuyucu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında geçen filmde, henüz ergenlik döneminde olan genç bir erkek olan Michael (David Kross ve daha sonra Ralph Fiennes) ile orta yaşlı bir kadın olan Hanna’nın (Kate Winslet) sıra dışı ilişkisine tanık oluruz. Cinselliğe ve “okumaya” dayalı bu ilişki, kadının sakladığı korkunç sır açığa çıkınca bambaşka bir boyuta ulaşır. Winslet’in harika performansı ile can verdiği Hanna Schmitz, sinema tarihinde benzerine ender rastlanacak cinsten bir karakter.

Michael’in Hanna’ya okuduğu kitaplar: Homeros’tan Odysseia, Çehov’dan Küçük Köpekli Kadın öyküsü, Friedrich Schiller’dan Intrigue and Love, Gotthold Lessing’den Emilia Galotti.

Aşkın 500 Günü (500 Days of Summer, 2009).jpg
Aşkın 500 Günü (500 Days of Summer, 2009)

Son olarak yine Amerikan bağımsız sinemasından bir örnekle karşı karşıyayız: Aşkın 500 Günü. Yönetmenliğini Marc Webb’in yaptığı film, aslında bilindik bir temaya (aşk), farklı bakış açılarına sahip karakterler üzerinden, sıra dışı bir kurguyla ayna tutan hoş bir romantik komedi. Bununla birlikte, hayatın kendisine ve özellikle de aşka ve mutluluğa dair felsefi çıkarımlar yapabileceğimiz bir film; mimarlık eğitimi almış Tom karakterinin (Joseph Gordon-Levitt) saplantı derecesinde sevdiği Mutluluğun Mimarisi (Alain de Botton) kitabını bir ipucu olarak önümüze seriyor.

Tom, sevdiği kızın (Zooey Deschanel) doğum gününe giderken, ona hediye olarak Mutluluğun Mimarisi kitabını götürür. Kitaptan bir bölüm: “Mimaride düzen görmek istememizin bir başka nedeni de kendimizi karmaşık duygulardan korumaya çalışmaktır. Bize belli bir düzen ve öngörülebilirlik sunan insan yapısı ortamlar hoşumuza gider çünkü buralarda zihnimizi dinlendirebiliriz.”