f2b66-janis_joplin_nude02

Geceydi. Masaya oturmuş, önümdeki boş kâğıda bakıyordum. Bakışlarım da en az önümdeki kâğıt kadar boştu tabii. Bir şeyler yazmalıyım, diyordum kendi kendime. Çünkü üç aylık bir edebiyat dergisi çıkarıyorduk arkadaşlarla. Ve editör arkadaş yazıları göndermemiz için son iki günümüzün kaldığını, elimizi biraz sıkı tutmamız gerektiğini belirten bir mesaj atmıştı az önce. Bir şeyler yazmalıyım, diyordum kendi kendime. Öyle bir şey yazmalıyım ki, “Oğlum ne yaptın lan!” falan desin okuyanlar. Ben böyle kendimi paralarken kapı zili çaldı. “Hah,” dedim, “tam sırasıydı.” Üşengeç adımlarla megafona yaklaştım.

“Kim o?”

“Benim.”

“Sen kimsin?”

“Oğlum açsana, Hakan ben.”

Hakan üniversiteden arkadaşım. Mezun oldu olalı hiçbir işte tutunamadı. Gerçi benim halim de Hakan’dan farklı sayılmazdı. Olsun. Yine de bir yol çizmiştim kendime ve bu yolda emin adımlarla ilerliyordum. Dergimizi ünlü yazarlar Twitter’dan tanıtıyordu. “Ellerinize sağlık kardeşim. Devam edin…” diyorlardı. Bu gazla ikinci sayıyı çıkarmaya karar vermiştik. Yazıları göndermek için son iki günümüz kalmıştı ve hiçbir şey yazmamıştım ve Hakan gelmişti. Ayakkabılarını çıkarıp içeri daldı.

“Sinan! Oğlum bu yerdeki kâğıtlar ne?”

“Bir şeyler karalıyordum. Hayrola sen niye geldin?”

“Çok mutsuzum abi. Kendimi çok yalnız hissediyorum. Tutunacak dalım kalmadı. Şu hayatta kapısını çalabileceğim bir tek arkadaşım yok lan. Bir sen varsın işte. Dedim Sinan’a gideyim, iki dertleşiriz, bir şeyler içeriz. Sinan beni anlar, dedim. Anlarsın değil mi lan? Ha, Sinan?”

Hakan böyle konuşunca kendimi kötü hissettim ama yetiştirmem gereken bir yazım, sorumluluğunu omuzlarında hissettiğim bir dergi vardı. “Anlarım tabii kardeşim, kalk gel üç beş bira alalım, yanına da karışık çerez” desem, gecenin sonunda kafam bir dünya, Hakan’la çekyatı açıp yatak yapmaya çalışırken bulabilirdim kendimi. “Bak kardeşim, yetiştirmem gereken bir yazı var, sen en iyisi git şimdi, Güvenpark’ta bir çay iç, biraz hava al. Yarın gelirsin, rakı açarız, meze yaparız, oh!” dedim. Hakan ağlamaya başladı.

“Oğlum manyak mısın niye ağlıyorsun?”

“Duygusal dönemimdeyim Sinan.”

“Lan yürü git!” deyip kapıya kadar geçirdim Hakan’ı. Bu üniversitedeyken de böyleydi. Ailesiyle yaşadığı için, canı sıkıldıkça bizim öğrenci evine geliyordu. Suçlamıyorum tabii onu. Ortam hoşuna gidiyordu. Gerçi düşününce hoşuna gidebilecek hiçbir şey yoktu evde. Salonun ortasında duran üç günlük kirli tava, tuvaletteki kıl yumakları, kafamız kadar karışık odalarımız mı hoşuna gidiyordu Hakan’ın? Hakan bir geri zekâlı mıydı? Bu düşünceleri bir kenara iteleyip masamın başına geri döndüm. Boş kâğıtlara bakıp hayal gücümü sınamaya devam ettim. Bir ara kafamı kaldırıp masanın üstündeki Janis Joplin fotoğrafına baktım. Sanki doğru kelimeleri o fotoğrafta arıyor gibiydim. Baktım hafiften tahrik oluyorum, hemen gözümü yeniden masaya çevirdim. Kendime yakıştıramadım. Düşünmeyi sürdürürken telefon çaldı. Arayan Meltem’di. Dergimizin sosyal medya sorumlusu.

“Buyur Meltemciğim.”

“Sinan çok kötüyüm.”

“Allah Allah! Bugün de herkes kötü.”

“Battık Sinan battık.”

“Nasıl battık? Kim battı?”

“Geri zekâlı Murat ilk sayının parasını İddaa’da yemiş. İkinci sayı iptal.”

“Yapma ya…”

Murat, Meltem’in sevgilisi. Aynı zamanda dergi fikrini ortaya ilk o atmıştı ve ilk sayıyı çıkarmamızda önemli maddi katkıları olmuştu. Meltem’i de Facebook ve Twitter sorumlusu yapmıştı. Gelen yorumlara “Teşekkür ederiz 🙂 İkinci sayı pek yakında!” şeklinde, şirin şirin cevaplar yazıyordu. Meltem’in kimseye bir zararı yoktu ama yararı da yoktu. Murat’ın hatırına katlanıyorduk. Gerçi neyin hatırıysa! Facebook’tan toplaşıp kaynaşan bir ekiptik sonuçta.

“Alo? Sinan? Orda mısın?”

“Buradayım buradayım. Üzüldüm de biraz.”

“Neyse, durum budur işte. Üzülme sen de çok. Para toparlayınca çıkarırsınız ikinci sayıyı.”

“Haklısın. Oldu… Görüşürüz.”

Meltem ile yaptığım yaralayıcı telefon görüşmesi sona erince masanın başına geri döndüm. Boş kâğıtları çekmeceye kaldırdım. O an biri gelip dokunsa, örneğin Janis, ya da vazgeçtim, herhangi biri dokunsa, hemen ağlayacaktım. Kafam bozuldu, dışarı çıktım. Bakkala girip “Abi bana üç Tuborg Gold, 200 gram karışık çerez” dedim. Bakkal dediklerimi anlamamış gibi aptal aptal baktı suratıma. Sonra sağ elinin işaret parmağını sol elindeki saatin üzerinde tıklattı bir iki kez. Saate baktım, 10’u geçmişti. “Hay,” dedim, “böyle memleketin…” Bakkaldan çıkıp eve dönerken aklıma Hakan geldi, aradım.

“Kardeşim n’apıyorsun?”

“İyi.”

“Ne demek iyi lan?”

“Oturuyorum işte evde.”

“Kalk bana gel, laflarız.”

“Yazı yazıyordun?”

“Sokayım yazıya Hakan. Çok kötüyüm.”

Emre Yüksel