İlk gençliğimden başlamalıyım. Evet, bu bozbulanık mektuba o yıllardan başlamalıyım.
O günlerimde tanıştım seninle. Hem çok yalnız hem de delicesine bir kalabalıkla yaşamaya çalışırken. Hem özgürlüğün sınırlarında dörtnala koşup hem de odamın duvarlarıyla örülü düşlerimle avunurken. Bir yandan zorunluluklara boş verip, bir yandan edinilmiş değerlerden yeni değerler üretmeye çalışırken.
O kadar çok şey var ki o günlerden bana taşınan. Nasıl da yanıtlar aradıkça daha çok kaybolurdum kitapların içinde! Okumanın büyülü dünyasında yollar açmaya çabalarken. Kararsızken. Aldanmışken. İnanmışken. Vazgeçmişken. İlkyazın ortasında çıplak yüreklerle üşürken. Solgun akşamların kıyısında oturup beklerken. Saatlerce yürüyüp ter içinde kalmışken. Yani; Topal Koşarken, Dumanaltıyken, Bozbulanıkken!
Sabırsızlık. Her isyana hazır olmak gibi. Sözcüklerim vardı. İyi ki vardı! Şiirler, öyküler vardı. İyi ki vardı! Direnişimdi sözcükler. Umuttu. Güne tutunmaktı inadına. Ölüme el sallamaktı lacivert merhabalarla.
Şehrimin sıcak yazlarına aldırmayan tütün kokulu bir şairim vardı. Yağmura gerilmiş deniz kokusunda yürürdük. Ben Sait Faik okumadan çok önce Pavese’ye âşık olmuştum. İnanması güç değil mi? İşte o yıllardı, düzenli öykü okumanın yöntemini kavramaya başladığım zamanlar.
Düzenli okumak derken ne demek istiyorum? Zaman dizimsel okumalardan söz ediyorum. Yayınlanma tarihlerine göre bir yazarı okumaya başlayıp erişebildiğim her kitabını yine yayınlanma tarihine göre okuma alışkanlığından. Önce açgözlü bir sevdayla okuma listeleri yapıp, sonra kütüphanelere ve tanıdıklarımın kitaplıklarına, sahaflara koşuşturmalardan.
Henüz gurbetim yoktu. Sürgün değildim. Kolay-dı, çok kolay-dı gitmek de kalmak da…
İnce ayrıntıları hatırlamak güç ama Bozbulanık’ı okuduktan sonra günlerce düşlerden, sabahlara ayılamadan, sorularla sorgularla gel-gite dönmüş bir ruh halinde kalakaldığımı unutamam.
Ne çok şaşırdığımı ne çok etkilendiğimi sana hangi sözcüklerle anlatabilirim ki?
Bu öyküler belki de o zamana kadar adlandıramadığım eksiklikleri, fazlalıkları, umutsuzlukları, sevinçleri, isyana öteleyip, kendiliğinden sönüveren ussal bir dönüşümü, dengeyi, belirgince hissettirmeden, yepyeni bir nesne gibi biçimlendirerek ansızın sunuvermişti bana.
Senin öykülerin…
Sonsuzluktan sınırlı zamanlara akan, kuşkulu, yetersiz, yersiz yönsüz bırakılmış gençlerdik. Her birimiz kendi gurbetini yalnızlıkla yürürken gelecek ve geçmişten arınmıştık. Bugünle avutulmaya çalışılırken giydiğimiz umutsuzluklarımız vardı. Cesaretsizdik. Savunmasızdık. İnançlarımız karmakarışıktı. Güvensizdik.
Tüm bunlara karşın alacalı umutlarım vardı. Çünkü öyküler vardı. Vazgeçemeyeceğimi sandığım şehrimden uzun bir yolculuğa çıkarken beni yüreklendirdi.
İşte o öyküler güvenli sılamdan vazgeçmem için, çelimsiz günlerimin zor alınan kararlarında bana cesaret kattılar. Yeniye, hep daha yeniye koşmamı sağladılar.
Gerçek öyküler yaşamak coşkusuyla yıkarlar insanın içini. Eskiyi kabuk kabuk atıp, direne direne, anlamı, biçimi, sesi, suskunluğu, tadını tuzunu bulana kadar yineleye yineleye kusursuzlaşmışlar; emeğe, sevgiye, umuda kök salarak tüm erdemlerden bir parça olmuşlardır. Bu yüzden senin her öykünün, dahası, her öykü kitabının rengi, sunusu, kokusu bambaşkadır. Alttan alta aynı coşkun sevginin aydınlık bir su gibi aktığı yüce gönüllü anaç bir bahçenin iklimiyle dolu çiçeklerdir her biri.
“Dünyanın farkında olmayan” bir çalgıcıyı Basmane’de bırakıp, emekli aylığıyla geçinen yaşlı dullarla dolu (gençken dul kalmış ve ele güne muhtaç olmadan çocuklarını büyütmüş) beyaz bir apartmanın sokak kapısında bekliyorum. Her balkondan ayrı bir ses cümbüşü yayılıyor, geceye. Doğrudur oysa “Nermin hanımların sonunu Sabire hanımlara düşer anlatmak…” Ele güne karşı kabara kabara… Namus taslayan oyunbazlıklarla. (Çalgıcı, Dünyada Teknik Arıza)
Eşyalar yaşamımızın uzantısıdır sanki. Kentli yalnızlıklar içinde uyuruz, uyanırız. Boşlukta ‘Mavi’dir ölmüş ana babalar. Yeniden çocuk olamayız ki. Dolmuşlarla akar kalabalık ter kokusu. Aynı semtte oturarak, günün aynı saatlerinde aynı dolmuşta karşılaşmanın ayrıcalığını paylaşarak… Aksaray Dolmuşuna kimler binmiş diye eğilip bakınca görürdüm, İnciraltı dolmuşlarının kahramanlarını. Kendi yaşamını, başkalarınınkiyle karıştırır gibi kısacık bir yolculuğun tadını çıkarmak duygusuyla dolup taşanları… (Boşlukta Mavi, Aksaray Dolmuş)
Kadınlar… Sesleri ışıldar sadece yokluklara karşı gönenç dolu avuntularla…
“Arka camın önünde, tatlı sarı kabarık tüyden yapılmış bale elbisesiyle bir mum bebek hafif hafif sallanıyordu. Esinti olmadığı halde niye sallandığını düşündüm ve buldum: Ben arabaya binerken yorgun olmadığım zamanlardaki gibi şöyle hafifçe başımı eğerek içeri süzülüvermemiş, ‘Ayhh! Aman’ diye hızla oturmuştum. Şoföre gelince, o, kolunun fiyakalı bir hareketiyle kapıyı ‘çatt’ diye kapamıştı. Bebek onun için kendi dünyasında -ince bir gülümseyişle- sallanıp duruyordu.”
Bir öykünün genelleyen bütünlüğü içinde ayrıcalıklı yerlerimiz vardı sanki. Kendisi olan tek kişiydi şoför. Her yolculukta, her dolmuşta yolların sonsuzluğunu, yaşamın kaçınılmaz döngüsü olarak benimsediklerinden olsa gerek. Hepsinde aynı alışkın gülümseyiş.
Senin öykü kahramanın Bilge’nin iç çekişleriyle dolu sanki kalabalık içinde sıradanlaşmış yalnızlıklar. Belki de okumanın ya da düşünmenin çoğalttığı sorular, sorgular… Hem içinde olmak hem de dışında kalmak çemberin. Bıkmak ama vazgeçememek. Toplumun değer yargılarını soyup, kendisi olmayı özleyen genç kızların dönüp dolaşıp annelerinin istediği gibi bir yaşamı giyinivermeyi kendi seçimi sanmaları, ne kadar tanıdık…
“Yazık oldu. Hayatı bu kadar anlamamalıydık.” (Bozbulanık)
Senin öykülerin…
Nilüfer Altunkaya
Varlık’ta (1259. sayı) yayımlanmıştır.