Sonsuzluğun aynı kesitinde yaşıyor ve yazıyor olmaktan mutlu olduğum insanlar, arkadaşlarım var. Hakkı İnanç, bunlardan biri. İlk kitabı Bozuk’u keyifle okumuş, şu yazıyı yazmıştım.
Yeni kitabının haberini alınca çok sevindim. Sırada bekleyen yaklaşık bir milyon kitabı bir kenara bırakıp hemen okudum Ateş Etme Silahsızım’ı. Hakkı İnanç -klişeye girmek pahasına söylemeliyim- geleceğin ustalarından.
Biraz konuştuk.
Onur Çalı
İlk kitaptaki öykülere göre daha kısa, Ateş Etme Silahsızım’daki öykülerin. Kitabın ilk öyküsü olan “Son Söz”den esinlenerek soruyorum: Çok fazla söz var, çok fazla ses ve gürültü. Bu yüzden mi daha kısa öyküler?
Bazı öyküler kısaldıkça uzuyor sanki. Ben sözgelimi on paragraf yazarsam okur ona bir iki paragraf ekleyebilir. Oysa beş paragrafta bitirirsem o öykü kim bilir zihinlerde nerelere uzanır. Çok konuşan, anlatan bir insan olmadım hiç. Bu suskunun acısını yazarak çıkarıyorum. Kâğıttaki gevezeliğimi sonradan silmeye çalışıyorum. Bir süre sonra söz, silginin karşısında hizaya geliyor zaten.
Senin öykülerini okurken, çok tatlı, güzel giderken her şey birden bir yumru iniyor boğaza. Dünyanın, özellikle kadınlar, çocuklar, hayvanlar, ağaçlar ve ötekiler için tekinsiz bir yer olduğunu bir kez daha anlıyor insan. Sehpa öyküsündeki adamın kendine ait bir alanı var; sehpanın altı. Senin bir sehpa altın var mı bu dünyada?
Dostum, ne güzel sordun. Bizim kendimize ait alanımız yazı masamız değil mi? Yıllarca bambaşka şeylere sığındıktan sonra buldum onu. Yine de tam manasıyla güvende hissetmiyorum kendimi. Beni bırakıp gitmesinden korkuyorum. İşte bu korku, sehpanın altı belki de tam orası. Kaplumbağa ve korkudan bağası.
Özellikle Kanca öyküsü bana Ayla Kutlu’nun Zehir Zıkkım Hikâyeler’ini hatırlattı. “Bazılarına ölümdü özgürlük.” diyorsun Kanca’da. Ölmeden özgürleşebilmek nasıl mümkün olacak Hakkı?
Onları Ayla Kutlu gibi anlatmama imkân yok ama hayata sıkışmış, kederli kadınlar benim başlıca öykü kahramanlarım. Şimdi düşündüm de, ben kadınlara ne çok ölüm yazıyorum. Demek ki bir öykü boyu bile taşıyamıyorum kadınlığın yükünü. Kendimi uzaylılara tanıtacak olsam erkekliğimi en son söylerim herhalde. Yani kadın sorunlarına dışarıdan baktığımı düşünmüyorum. Ama ölüm?.. Kurtuluş değil ki. Özgürlük olduğuysa kolaycı bir sanı. Artık var olmazken nasıl özgür olabilir insan? Onur, mücadele etmeliyiz bence. Ama önce, içimizdeki insana ulaşana kadar soyunmalıyız.
Ben karamsarım diye mi öyle görüyorum acaba, diyeceğim ama senin öykülerine baktığımda da görüyorum: İnsan, diğer insanlara, hayvanlara, ağaçlara kötülük eden bir varlık. Senin öykülerinde dikkatimi çeken bir diğer şey herhangi bir ilişki içerisinde olan insanın da ilişki içerisinde bu kötülüklerine devam ettiği. Kavuşan, kavuşamayan herkes mutsuz gibi. Cam bilyelerimizi göstermekten, bu yüzden çekiniyoruz belki de. Bu kadar zayıf mı cam bilye ihtimalimiz? Hep demir bilyelerimizi mi göstermek zorunda kalacağız?
İnsan doğanın parçası olmayı bıraktığı noktada kötüleşti. Yoksa ağaçkakanlar ağaçları deliyor, aslanlar ceylanları parçalıyor. Ama kötü hayvan yok. Çünkü bunları varlıklarını sürdürebilmek için yapıyorlar. Günümüz insanının aklındaysa kırk tilki… Kimse kendini en sevdiğine dahi yüzde yüz açmıyor. Neticede kişi kendinden bilir işi. Herkeste bıçak, zırh. Cam bilyeler ceplerde, kutularda. Dışarısı koyu, ağır, soğuk. Belki bir gün, diyorum ben yine de.
Son zamanlarda birbirine teyelli öyküler yazma eğilimi var gibi geliyor bana. Birçok öykücü yapıyor bunu. Bir öyküdeki karakter, başka bir öyküde görünüyor. Olay örgüsü açısından da bağlantılı, birbirini tümleyen öyküler. Bozuk’un ilk kısmındaki öykülerin böyleydi. Bilmiyorum katılır mısın ama Ateş Etme Silahsızım’daki öykülerin birbirinden bağımsız ve fakat okuyanın zihninde aynı acımsı güzelliği bırakan öyküler. İnsan olmanın korkunç güzelliğini ve kötücüllüğünü duyuran öyküler. Yalnız, kitabın iki öyküsü diğerlerinden ayrılıyor bence: Kaçak Av ve Kertenkeleler Suçsuz. Bu iki öykü, Sarnıç’ta yayımlanan Gece Kırmızı ve hatta “Karla Karışık” adlı seçkideki Ayıyı Öldürmek öykülerinle birlikte başka bir yere oturdu zihnimde. Çok yoğun bir dil var bu andığım öykülerde, tekrar okutuyor kendini. Ne dersin, yanlış mı algılamışım sence?
Teyelli öyküler denince aklıma Selçuk Baran’ın Tortu’su geliyor. Keşke bütün örnekler böyle olsa. Bu teyelleme, öyküleri bağlamak yerine bağları öykülemekte kullanılırsa edebi lezzet verebiliyor. Bozuk’un ilk bölümündeki öyküler aslında dördüz doğdu. Kafamda, öyküler arasında böyle bir ortaklık kurmak yoktu. Ama el ele gelen öyküleri de koparmadım. İlk kitaptaki öyküleri, farklı dönemlerde hazırladığım iki dosyamdan seçmiştim. Ateş Etme Silahsızım’da son bir yılda yazdıklarımı derledim. Sözünü ettiğin duygu bütünlüğünün kaynağı bu sanırım. Kaçak Av ve Kertenkeleler Suçsuz tespitine katılıyorum. Her iki öyküyü de kafamda önceden bir taslak kurmadan, tek solukta yazdım. Kısa öyküler yoğun dil kullanımına daha elverişli. Andığın diğer öyküler de buna örnek. Ama mesela aynı dili kullanarak uzun metinler üretebileceğimi sanmıyorum. Nefesimi o kadar tutamayabilirim.
Çeşitli öykü seçkilerinde yer aldın. Son dönemde çokça öykü seçkisi yayımlandı. Bazıları gerçekten iyi ve iyi niyetli ama edebi ve etik değerler göz ardı edilerek oluşturulanlar da var. Öykünün canlandığı, atağa kalktığı söyleniyor. Seçki enflasyonunu buna mı yormalıyız yoksa yayınevlerinin kâr arzusuna mı?
Volkan patlamış. Lavlar ayaklarımızı hâlâ yakarken yazdığımız öykülere ister istemez acının ve bilhassa öfkenin dili hâkim oluyor. Bu tuzağa zaman zaman düşen biri olarak söylemeyim ki öykü öç almak için, safını belli etmek için ya da birilerine yardım etmek için yazılmamalı. “Volkan Öyküleri” kitabı varsın beş yıl sonra çıksın. Çünkü bu tarz kitapların geliriyle afetzedeler kurtulmuyor; yayıncı, kredi kartı borcunu kapatıyor. Bunun dışında, farklı kuşaklardan değerli kalemlerin içtenlikle belirlenmiş temalar etrafında toplandıkları kitapları okumayı seviyorum. Yine de böyle seçkilerde yazarın genellikle kendi seviyesinin altında işler çıkardığı malumumuz. Kendi adıma konuşursam; parkta otururken bir serçenin gagasında buluverdiğim öyküyle “Serçe Öyküleri” kitabına sipariş üzerine yazdığım öykü bir olmuyor elbette. Seçki enflasyonuna gelirsek… Yayıncılar öyküden de para kazanabileceklerini gördüler. Birkaç yıl içinde 10-15 baskı yapan öykü kitapları var. Seçkilerin çoğunda yazarlara telif ödenmediğini düşünürsek…
Muhakkak sana da soruyorlardır: Niye daha uzun yazmıyorsun? ya da Ne zaman roman yazacaksın? Klasiği bozmayalım, ben de sormuş olayım!
Uzun yazmayı tecrübe etmek istiyorum. Geçen kış bir novella yazmak üzere oturmuştum masaya. Gelgelelim elimizde bir öykü kitabı var. Öyküde ustalaşmak istiyorum. Önceliğim bu. Kalemim hep öyküye meylediyor. Ama bir gün başka yerlere giderse ona engel olmam.