Jean Giono (1895, Manosque-1970, Manosque), ayakkabı tamircisi bir baba ve çamaşırcı bir kadının oğlu olarak dünyaya gelmiş, Fransa’nın en büyük yazarlardan biri olmuştur. Öykü, deneme, şiir, oyun ve senaryolar yazdı. İngilizceden Fransızcaya çeviriler yaptı. Birçoğu İngilizceye çevrilen otuzu aşkın romanı bulunmaktadır. Jean Giono pasifistti, İkinci Dünya Savaşının başlangıcında ve bitiminde iki kez hapse girdi. Prix Bretano, Prix de Monaco, Légion d’Honneur gibi ödül ve nişanlara layık görüldü.

24821
Jean Giono

Bir insanın müstesna özelliklerini anlayabilmek için, onun davranışlarını uzun yıllar boyunca gözlemleyebilecek kadar şanslı olmak gerekir. Eğer davranışları egoizmden tamamen yoksunsa, eğer motivasyonu eşi bulunmaz bir cömertlikse, eğer bu cömertlikte bir karşılık bekleme düşüncesinin zerresi yoksa ve bunlara ek olarak, bu davranışları dünyada görülür bir iz bıraktıysa, o zaman şüpheye düşecek bir şey yoktur.

Yaklaşık kırk yıl önce, turistlerce pek bilinmeyen dağlara doğru uzun bir yürüyüş tutturmuştum, Alplerden Provence kentine inen antik bölgenin oralarda. Uzun yürüyüşüme giriştiğim sırada, bu terk edilmiş bölgelerin çorak ve renksiz topraklar olduklarını söylemek gerek. Yabani lavantalar haricinde hiçbir bitki yetişmezdi.

Araziyi en geniş yerinden geçiyordum.Üç günlük yürüyüşten sonra eşi benzeri olmayan bir virane ortasında buluverdim kendimi. Terk edilmiş bir köyün kalıntılarında konakladım. Önceki gün suyum bitmişti, su bulmak zorundaydım. Yıkıntı halinde de olsa, eski bir yabanarısıkovanı gibi kümelenmiş olan evler bir zamanlar burada bir su kaynağı ya da kuyu olduğunu belli ediyordu. Bir kaynak vardı ama kuruydu. Beş ya da altı çatısız ev, rüzgar ve yağmur tarafından kemirilmiş gibiydi. Ufalanmış çan kulesiyle küçük şapel, yaşayan köylerde oldukları gibi duruyorlardı ama hayat belirtisi yoktu.

Güzel bir Haziran günüydü, güneşliydi ama bu terk edilmiş yüksek yerde rüzgar, dayanılmaz bir gaddarlıkla esiyordu. Avını yerken rahatsız edilmiş bir aslan gibi evlerin iskeletleri üzerinde homurdanıyordu. Kamp yerimi değiştirmem gerekiyordu.

Beş saat daha yürüdüğüm halde hala su bulamamıştım ve bu konuda umutlanmama neden olacak bir iz de yoktu. Aynı susuzluk ve yabani otlar arasındaydım. Uzakta bir yerde küçük siyah bir siluet görür gibi oldum ve tek başına duran bir ağacın gövdesi olabilir diye düşündüm. Yürümeye başladım. Çoban çıktı. Etrafında otuz kadar koyun, sıcaktan kaynayan dünyanın üzerinde uzanmışlardı.

Bana su kabağındaki suyundan verdi, sonra da düzlüğün ilerisindeki kulübesine götürdü.

Suyunu -mükemmel suyunu- ilkel bir vinçle derin bir kuyudan çekiyordu.

Az konuşuyordu. Yalnız yaşayanlar böyle olurlar; yine de kendinden emin ve güvenli bir tavrı vardı. Bu çorak topraklarda umulmadık bir şeydi. Yaşadığı yer, kulübeden ziyade taştan yapılmış gerçek bir evdi. Buraya geldiğinde bulduğu kalıntıları nasıl çabalarla dönüştürdüğünün resmiydi. Çatı sağlamdı. Kiremitlerinde gezinen rüzgar, çatının üstündeki bir denizden geliyor gibiydi.

İçerisi düzenliydi, bulaşıklar yıkanmıştı, yer süpürülmüştü, tüfeği yağlanmıştı; ateşte çorba kaynıyordu. Sonra birden fark ettim ki güzelce tıraş olmuştu, düğmeleri sağlam dikilmişti ve kıyafetleri iz bırakmayan bir özenle elden geçirilmişti.

Çorbasını benimle paylaştı, ben de tütün kesemi ikram ettim ama tütün içmediğini söyledi. Kendisi gibi sessiz sakin olan köpeği, yaltaklanmıyor ama dostça görünüyordu.

Geceyi burada geçirmem gerektiği aşikardı; en yakın köye hala bir buçuk günlük mesafedeydik. Ayrıca bu bölgede, köylerin arasında epey mesafe olduğunu biliyordum.

Dağların eteklerinde, beyaz meşeler arasında ve demiryolunun en uzak yerinde serpiştirilmiş gibi duran dört ya da beş köy vardı. Odun kömürü işiyle uğraşanlar otururdu buralarda ve hayat zordu. Hem yazın hem de kışın oldukça zor şartları olan bu iklimde bir arada yaşayan aileler, kişiliklerinin ebedi çatışmasından kaçacak bir yol bulamazlardı. Büyük hevesler, buradan kurtulmak konusunda ölçüsüz ve daimi bir arzuya neden oluyordu.

Erkekler vagonlar dolusu odun kömürünü kasabaya götürürler, sonra geri dönerlerdi. En sağlam karakterli olanlar bile bu bitimsiz eziyet altında ezilirlerdi. Kadınlar sıkıntılarını beslerlerdi. Her şeyde bir rekabet vardı; odun kömürünün fiyatıyla kilise sırası arasında, birbiriyle savaşan erdem ve kötülük arasında, erdemle kötünün biteviye mücadelesinde. Ve her şeyin üstünde rüzgar vardı, o da biteviye, sinirleri törpüleyen. İntihar ve genellikle cinayetle biten delilik, bulaşıcı hastalık gibiydi.

Çoban, küçük bir çuval getirmek için kalktı ve bir yığın meşe palamudunu masaya yığdı. Bunları incelemeye koyuldu, tek tek, büyük bir dikkatle ve iyi olanları ayırdı. Ben tütün içiyordum. Yardım teklif ettim. Bana, bunun kendi işi olduğunu söyledi. Doğrusu, yaptığı işe gösterdiği özeni görünce, ısrar da etmedim. Tüm konuşmamız bu kadardı. İyi palamutları yığdığı köşede, bir yandan küçük ve çatlak olanları ayıklarken, kalanları da onluklar halinde sayıyordu. Yüz tane mükemmel meşe palamudunu ayırdıktan sonra da işine son verip uyumaya gitti.

Bu adamla birlikteyken insan huzurlu oluyordu. Ertesi gün, bir gün daha kalıp kalamayacağımı sordum. Bunu gayet doğal karşıladı ya da daha doğrusu, bana hiçbir şeye şaşırmayacağı izlenimini verdi. Bir gün daha kalmam çok da gerekli değildi ama ilgimi çekmişti, onun hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyordum. Ağılı açtı ve sürüsünü otlatmaya götürdü. Ayrılmadan önce, özenle seçtiği meşe palamutlarını bir kova suyun içine daldırdı.

Başparmağım kalınlığında ve yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda demir bir asa taşıdığını fark ettim. Yürüyüşe çıktığımda, onun izlediği yola paralel bir rota tutturdum. Sürüsü bir vadideydi. Küçük sürüsünü köpeğe emanet edip durduğum yere tırmandı. Düşüncesizce davranmışım yüzünden beni paylayacak diye korktum ama hiç de öyle olmadı: izleyeceği yolun bu olduğunu söylüyor, eğer yapacak önemli bir işim yoksa onunla yürümeye davet ediyordu. Yüz metre ilerdeki tepeye tırmandı.

Demir asasıyla yeri eşelemeye başladı, meşe palamudunu dikebileceği bir delik açtı ve deliği toprakla örttü. Meşe ağacı dikiyordu. Arazinin onun olup olmadığını sordum. Hayır, diye yanıtladı. Kimin olduğunu biliyor muydu? Bilmiyordu. Amme arazisi olduğunu ya da mallarının peşine düşmeyen insanlara ait olduğunu tahmin ediyordu. Toprağın kimin olabileceğine ilgi göstermiyordu. Yüz tane meşe palamudunu özenle dikti.

Öğle yemeğinden sonra çalışmaya devam etti. Bana cevap vermesine güvenerek soru sormaya devam etmeliydim. Üç yıldır bu ıssız topraklara ağaç dikiyormuş. Yüz bin ağaç dikmiş. Bu yüz binden, yirmi bin tanesi filiz vermiş. Filiz veren bu yirmi bin fideden yarısını da kemirgenlere ya da kaderin öngörülemez tasarılarınakurban vereceğini tahmin ediyordu. Sonunda, daha önce hiçbir şey yetişmemiş bu topraklarda on bin meşe ağacı kalacaktı.

Bunun üzerine, bu adamın yaşını merak etmeye başladım. Ellinin üstünde olduğu kesindi. Elli beş yaşında olduğunu söyledi. Adı Elzeard Bouffier’miş. Önceleri, bir çiftliği varmış. Orada bir yaşamı varmış. Önce tek oğlunu, sonra da karısını kaybetmiş. Koyunları ve köpeğiyle, sakin bir yalnızlığa gömülmüş. Bu toprağın, ağaç özlemiyle öldüğünü düşünüyordu. Hiçbir baskı hissetmeden, kendi kendine bu gidişata dur demeye karar vermiş.

O zamanlar, genç olmama rağmen, tek başıma bir hayat sürüyor olduğum için yalnız ruhlarla nasıl alakadar olunacağını biliyordum. Ama çok gençtim; gençliğim, geleceğimle ilgili düşünmeye ve mutluluğu aramaya itiyordu beni. Ona, otuz yıl içerisinde, yüz bin meşe ağacının muhteşem bir görünüm alacağını söyledim. Basitçe, eğer Tanrı ona ömür verirse, otuz yıl içinde daha çok ağaç dikeceğini ve bu yüz bin ağacın okyanusta bir damla gibi kalacağını söyledi.

Ayrıca, kayın ağacı tohumlarıyla uğraşıyordu. Kulübesinin yakınlarındaki kayın meyvelerinden fideler yetiştirmişti. Koyunlarından korumak için etrafını tel çitlerle çevirdiği fideler çok güzeldi. Ayrıca, toprağın nemli olduğu vadiye de huş ağacı dikmeyi düşünüyordu.

Ertesi gün ayrıldık.

Sonraki yıl, beş yıl boyunca dahil olacağım 1914 Savaşı çıktı. Bir piyade erinin ağaç dikmekle ilgili düşünmeye pek vakti olmaz. Doğruyu söylemek gerekirse, ağaç dikmenin kendisi bende bir şey ifade etmiyordu o zamanlar; bu işi bir hobi, pul toplama işi gibi görüyordum, unuttum gitti.

Savaş bitti. Terhis olmuştum ve bir süreliğine temiz hava almaya can atıyordum. Hiç düşünmeden, aynı çorak toprakların yolunu tuttum.

Taşra hiç değişmemişti. Ancak, terk edilmiş köyün arkasında, tepelerin doruklarını halı gibi kaplayan sisi seçebiliyordum. İki gündür, ağaç diken çoban hakkında düşünmeye başlamıştım: “on bin meşe ağacı,” diye geçirdim aklımdan, “epey bir yeri kaplar.”

Geçen beş yıl boyunca birçok adamın öldüğünü görmüştüm ve Elzeard Bouffier’in öldüğünü var saymak da zor değildi. Hele ki o zamanlar, yani yirmi yaşında birinin, elli yaşında bir adamı, ölmekten başka bir işi kalmamış yaşlı bir adam olarak gördüğü zamanlar. Ölmemişti. Aslına bakarsanız, gayet dinçti.

İş değiştirmişti. Artık yalnızca dört koyunu vardı. Koyunların yerine yüz arı kovanı edinmişti. Koyunlardan kurtulmuştu çünkü genç ağaçlarını tehdit ediyorlardı. Bana söylediğine göre (ki kendim de görüyordum), savaş onu hiç etkilememişti. Soğukkanlı bir biçimde ağaç dikmeye devam etmişti.

1910 yılında dikilen meşe ağaçları şimdi on yaşına gelmişlerdi ve ikimizden de uzundular. Görülecek şeydi doğrusu. Kelimenin tam anlamıyla dilim tutulmuştu. O da konuşmadığı için, bütün günü, ormanı içerisinde yürüyerek geçirdik. Ormanın uzunluğu on bir kilometre, genişliği ise üç kilometreyi buluyordu. Tüm bunların tek bir adamın ellerinden ve ruhundan doğduğunu bildiğinizde, insanların yıkıcılık dışındaki alanlarda Tanrıyla boy ölçüşebileceğini duyumsuyordunuz.

Planını aksatmamıştı, omzuma kadar uzamış olan ve gözün erişebildiği her yere yayılmış olan kayın ağaçları da bunu doğruluyordu. Bana, beş yıl önce -ki bu 1915 oluyor, ben o zamanlar Verdun’da çarpışıyordum- dikmiş olduğu güzel huş ağaçlarını gösterdi. Huş ağaçlarını vadi boyuna dikmişti, toprağın hemen altının nemli olduğunu tahmin etmişti, haklı çıkmıştı. Genç kızlar kadar nazlıydılar ve sağlamdılar.

Her şey bir nevi zincirleme reaksiyon olarak oluşmuştu. Buna takılmış görünmüyordu, basit işini takip etmede kararlıydı. Köye yaklaştığımızda, insanlığın başından beri kuru olan derelerde su aktığını gördüm. Zincirleme reaksiyonun en etkileyici sonucuydu. Bu kuru kaynaklarda bir zamanlar, çok uzun zaman önce, su varmış.

Daha önce bahsetmiş olduğum kasvetli köylerin bazıları, kalıntıları hala ayakta olan antik Roma yerleşimleri üzerine kurulmuşlardı. Arkeologlar, yirminci yüzyılda küçük bir su kaynağı yaratmak için sarnıç kullanılan bu topraklarda olta iğnelerine rast gelmişlerdi.

Rüzgar da tohumların yayılmasına katkıda bulunmuştu. Su tekrar ortaya çıkınca, söğütler, hasırotları, çayırlar, bahçeler, çiçekler ve canlı olmanın belirli bir amacı da tekrar ortaya çıkmış oldu. Bu dönüşüm öyle tedrici olmuştu ki hiç yadırganmamıştı. Tavşan ve domuz avına çıkan avcılar, küçük ağaçların birdenbire büyümelerini fark etmişlerdi elbette, ancak bunu dünyanın doğal bir hevesi saymışlardı. İşte bu yüzden, kimse Elzeard Bouffier’in işine burnunu sokmamıştı. Eğer onun yaptığı fark edilseydi, inkar ederdi. Ama fark edilmiyordu. Köyde yaşayanlardan ya da devlet katından kim tahmin edebilirdi bu muhteşem güzellik içerisindeki azmi?

Bu sıradışı karakter hakkında fikir sahibi olmak için, onun mutlak bir tek başınalıkla çalıştığını unutmamalı: öyle ki, yaşamının sonuna doğru konuşma yetisini kaybetti. Ya da belki konuşmaya gerek duymuyordu.

1933 yılında, bir orman muhafaza memuru gelip “doğal” ormanı korumak adına, dışarda ateş yakılmasını yasaklayan bir emri tebliğ etti. Adam, Bouffier’e hayatında ilk defa kendi kendine yetişen bir orman gördüğünü söyledi safça. Bouffier ise o sıralarda, kulübesinden on iki kilometre uzakta bir noktaya kayın ağaçları dikmeye hazırlanıyordu. Gidip gelmek zor olduğu için -o sırada yetmiş beş yaşındaydı- dikim alanının yakınlarında taştan bir kulübecik yapmayı tasarlıyordu. Ertesi yıl yaptı da.

1935 yılında, “doğal ormanı” incelemek üzere tam tekmil bir heyet geldi. Orman Bakanlığından yüksek dereceli bir görevli de vardı gelenler arasında, uzmanlar vardı. Yararsız konuşmanın şahikası yaşandı. Bir şeyler yapılması gerektiğine karar verildi ve neyse ki yapılması gereken tek şey dışında bir şey yapılmadı: tüm orman devlet koruması altına alındı ve odun kömürü üretimi yasaklandı. Çünkü bu ağaçların güzelliğine kapılmamak elde değildi ve ağaçlar heyetin üzerinde büyülü bir etki bırakmışlardı.

Gelen heyet içerisinde orman memuru bir arkadaşım vardı. Ona gizemli gerçeği anlattım. Ertesi hafta bir gün, birlikte Elzeard Bouffier’i görmeye gittik. Onu işinin başında bulduk, heyetin inceleme yaptığı yerin yaklaşık on kilometre ötesinde bir yerlerde.

Bahsettiğim arkadaşım alelade bir arkadaşım değildi. Değer bilen bir insandı. Susmayı bilirdi. Hediye olarak getirdiğim yumurtaları paylaştık. Öğle yemeğini birlikte yedik ve kırların o sözsüz düşünceli halinde birkaç saat geçirdik.

Yürüdüğümüz yamaçlar altı-yedi metrelik ağaçlarla kaplıydı. Buraların 1913 yılında nasıl göründüğünü hatırladım birden: çöl… Huzurlu, düzenli emek, coşkulu dağ havası, sadelik ve bunların ötesinde ruhun sükuneti bu yaşlı adama huşu uyandıran bir sağlık bahşetmişti. Allahın sevgili kuluydu. Kaç hektarı daha ağaçlarla kaplayacağını merak ediyordum.

Ayrılmadan önce arkadaşım, bu toprağa hangi ağaç türlerinin daha uygun olduğu konusunda, laf arasında küçük bir öneri getirdi. Basitçe, gelişigüzel söyledi, üstelemedi. Daha sonra bana “Bouffier benden daha çok şey biliyor.” diyerek açıkladı bu tutumunu. Bir saatlik yürüyüşün ardından, aklında evirip çevirip şöyle dedi: “Bu konudaki bilgisi herkesten fazla onun. Mutlu olmanın mükemmel bir yolunu keşfetmiş o!”

Arkadaşımın sayesinde yalnızca bu orman değil, yaşlı damın mutluluğu da korunmuş oldu. Bu koruma işi için üç orman muhafaza memurunu görevlendirdi ve onlara odun kömürü işiyle uğraşan köylülerin teklif edebileceği şaraplar konusunda da gözdağı verdi.

Ormana karşı en ciddi tehlike 1939 savaşı sırasında ortaya çıktı. O zamanki araçlarda odunla çalışan jeneratörler kullanıldığı için, odun sıkıntısı çekiliyordu. İlk kıyım 1910 meşelerinde oldu ancak arazi tren yoluna o kadar uzaktı ki bu girişim mali açıdan başarısız oldu. Kesim durdu. Çoban bu kesimi hiç görmedi. Otuz kilometre ötede, tıpkı ‘14 savaşında olduğu gibi ’39 savaşına da itibar etmeyerek huzur içinde işine devam ediyordu.

Elzeard Bouffier’i en son 1945 yılının Haziranında gördüm. O zamanlar, seksen yedi yaşındaydı. Çorak topraklara çevirmiştim rotamı. Savaşın ülkeyi düşürdüğü kargaşaya rağmen, Durance Vadisiyle dağ arasında otobüs seferi vardı. Daha önceki yolculuklarımda gördüğüm manzaranın olmamasını bu görece hızlı ulaşıma yordum. Aynı rota beni başka bir yere götürüyordu sanki. Yıkıntı ve terk edilmişlik içindeki bölgeye geldiğime köyün adını görünce ikna oldum.

Otobüs beni Vergons’da bıraktı. 1913’de, on-on iki evden oluşan bu mezranın üç sakini vardı. Yabani tiplerdi. Biri diğerinden nefret eder, öbürü berikini fiziken ve ruhen tuzağa düşürmeye çalışırdı. Terk edilmiş evlerin yıkıntıları arasında yetişen ısırgan otlarının yüzünden olurdu bunlar hem de. Durumları umutsuzdu. Ölümü bekler bir durumları vardı, başka bir şeyleri yoktu. Ki bu durum insanı iyi şeylere pek yakınlaştırmaz.

Her şey değişmişti. Hava bile. İnsana saldıran sert ve kuru rüzgar yerine hoş kokularla yüklü hafif bir meltem esiyordu. Dağlardan su sesleri geliyordu sanki, oysa ormanda dolaşan rüzgarın sesiydi. En şaşırtıcısı da bir havuza dökülen suyun sesini gerçekten duydum. Sürekli akan bir çeşme yapmışlar. Bana en çok dokunanı da çeşmenin yanına dikilmiş ıhlamur ağacı oldu. Aşağı yukarı dört yıllıktı, tamamen yapraklanmıştı, tartışmasız bir şekilde dirilişin sembolüydü.

Bütün bunların yanında, Vergons’da çalışmanın izleri görülüyordu. Çalışmak için umut gerekti. O zaman, umut, geri dönmüştü. Kalıntılar temizlenmiş, viraneye dönmüş duvarlar yıkılmış ve beş tane ev restore edilmişti. Şimdi köyde, dört çift genç evli dahil yirmi sekiz kişi yaşıyordu. Yeni sıvalanmış olan evler, içlerinde lahanaların ve güllerin, pırasaların ve aslanağızlarının, kereviz ve anemonların düzenli bir şekilde birbirine karıştığı bahçelerle çevrilmişti. Köy, şimdi herkesin yaşamak isteyeceği bir yer olup çıkmıştı.

Otobüsten indikten sonra yürüyerek devam ettim. Yeni biten savaş, hayatın çiçeklenmesine henüz fırsat vermemişti ama Lazarus kabrinden kalkmıştı bir kere. Dağın alçak yamaçlarında arpa ve çavdar tarlaları gördüm, vadinin derinlerinde çayırlar yeşillenmişti.

Tüm taşranın sağlık ve refahla parlaması sadece bu sekiz yılda olmuştu. 1913’de gördüğüm kalıntıların yerinde şimdi düzenli çiftlikler, tertemiz duvarlar vardı; mutlu ve rahat bir yaşamın kanıtlarıydılar. Ormanın muhafaza ettiği kar suları ve yağmur eski kaynakları beslemişti, yeniden canlanmışlardı. Sular, kanallara yönlendirilmişti. Her çiftlikte bulunanakçaağaç korularının içindeki havuzlar, taze nane halılarının üstüne doğru taşıyordu. Yavaş yavaş, köyler tekrar kuruluyordu. Kentlere gitmiş insanlar, her şeyin pahalı olduğu yerlerden buralara gelirken yanlarında gençlik, hareket ve macera ruhu getiriyorlardı. Yollarda yürürken, kahkahalar atan kadınlar ve erkeklerle, çocuklarla karşılaşıyordunuz. Eski nüfusu da sayarsanız, on binden fazla insan rahat içinde yaşıyorlardı ve bu mutluluklarını Elzeard Bouffier’e borçluydular.

Yalnızca kendi fiziksel ve ruhsal kaynaklarıyla kuşanmış olan o adamın, bu çorak topraklardan bir Kenan yarattığını düşündüğümde, her şeye rağmen insanlığın hayranlık duyulası bir şey olduğuna ikna oluyordum. Ancak ruhun şaşmaz yüceliğini ve azmin cömertliğini hesaba kattığımda, ki bunlar bu sonuca ulaşmak için gerekliydi, tanrılara yaraşır bir iş çıkaran o yaşlı ve cahil köylüye karşı hudutsuz bir saygı duyuyordum.

Elzeard Bouffier, 1947 yılında, Banon’daki yaşlı bakımevinde huzur içinde öldü.

Jean Giono

İngilizceden Çeviren: Onur Çalı