Aysun Kara’nın 29 Kasım 2014 tarihinde, Ankara’da Maden Mühendisleri Odası’nda yapılan “Savaşın Savurdukları” konulu panelde yaptığı konuşmasının metnidir.

2aa4b-panel2bfoto.jpg

Italo Calvino, Sen “Alo” Demeden Önce adlı öykü kitabının sunuş yazısına şu cümleyle başlar: “Ahlâksal öykü zulüm zamanlarında yazılır. İnsan düşüncelerine açık ve net biçim veremediği zaman kendisini öyküler aracılığıyla ifade eder.” Biz edebiyatçıların elinden yalnızca bu geliyor yazık ki… Kitapta yer alan “Vicdan” adlı öyküde Luigi adındaki genç, gönüllü olarak savaşa katılmak ister. Luigi, Alberto’yu kendisini dolandırdığı ve kız arkadaşını elinden aldığı için öldürmek istediğini söyler. Ona, istediği düşmanı değil de, belli nitelikteki düşmanları öldürmesi gerektiği anlatılır. Fakat Luigi ısrarcıdır. Alberto’nun söylenen özellikte olduğunu ayrıca kendisine kötülüğü dokunduğunu anlatır. Savaşa gider, her yerde Alberto’yu arar. Eninde sonunda onu bulacağına inanır ve bu arada birçok insanı öldürür. Kimse Luigi’yi ciddiye almaz. Öldürmeyi sürdürdükçe madalya kazanır. Sonunda düşman teslim olur, savaş biter. Luigi o kadar insanı boşuna öldürdüğünü düşünmektedir. Pişman olur, madalyalarını dağıtır. Bir gün karşısına Alberto çıkar ve Luigi onu öldürür. Bunun üzerine yakalanır, yargılanır ve asılır. Mahkemede defalarca bunu vicdanını rahatlatmak için yaptığını söylese de onu dinleyen olmaz. Savaşın ahlaksızlığını ve insanın ikiyüzlülüğünü ne zaman düşünsem bu iki sayfalık öykü aklıma gelir.

En eski edebiyat metinlerinden İlyada, Truva Savaşı’nı anlatan bir destandır. Çağdaş romanın ilk ve en önemli örneği Don Kişot, uzun yıllar savaşmış, bir kolunu savaşta yitirmiş Cervantes tarafından yazılmıştır. Tolstoy’un Savaş ve Barış‘ı Rus-Fransız savaşından sonra yazılmıştır. Bütün bu örnekleri elbette savaşa güzelleme yapmak için vermiyorum. Savaşı, sürgünü, zorunlu göçleri, mültecileri, evsiz, yoksul ve sakat insanların acılarına yalnızca edebiyat üzerinden tanık olmak bile yüreğimizi acıtır. Savaş ve sonrası, edebiyatın en önemli malzemesi olmakla birlikte yazarların politik görüşleri, içinde yaşadıkları dönem, etnik kimlikleri, cinsiyetleri algılarında etkili olmuştur. Savaşın yazıya düşen izini sürecek olursak bir kısım yazarların savaşın tarafı olmaktan çekinmeksizin kahramanlık öyküleri, romanları, şiirleriyle dönem dönem öne çıktıklarını görüyoruz. Bir kısım yazarların da gözlemledikleri acıyı yalnızca insani bir duyarlılıkla yazıya dönüştürdüklerini; ulus, ırk, coğrafya, cins ayrımı gözetmeksizin bu acıyı yukarıdan bir bakışla yapıtlarında öne çıkardıklarını görüyoruz. Bu yazarlar yaşananların sıcaklığı içinde bile evrensel olanı görebilen, dönüştürebilen yazarlardır. Onlar için insanın acısının coğrafyası, dili, dini, etnik kökeni, cinsiyeti yoktur.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız besteci Ravel kamyon şoförlüğü yapmış, cepheye mermi taşımış. Karşısında Avusturyalılar varmış. Savaşta Avusturyalı ünlü piyanist Paul Wittgenstein’ın kolu kopmuş. Ravel yıllar sonra “Sol el konçertosu” adlı bestesini Avusturyalı piyaniste adamış. Yine Birinci Dünya Savaşı’nda Ernest Hemingway’in ambulans şoförlüğü yaptığını, yaralandığını biliyoruz. Alman yazar Wolfgang Borchert, öykülerinde İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkımı, yoksulluğu oldukça çarpıcı bir biçimde anlatır. Heinrich Böll savaş sonrasını konu ettiği yapıtlarında kadının onurunu koruma çabasını ortaya koyar. Stefan Zweig savaş karşıtı kişiliğiyle bilinir. Nazilerin baskısından kaçar, yaşamını sürgünde geçirir, karısıyla birlikte intihar eder. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, ikincisine çeyrek kala, 1932 yılında yazılan Louis-Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk adındaki romanı da savaşın korkunçluğunu, korku üzerinden anlatan unutulmaz bir romandır.

Türkçe edebiyatta Yaşar Kemal Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana adlı dört ciltlik romanında Anadolu’da yüz elli yıldır süregelen savaşları, kıyımı, yıkımı anlatır. Romanda Türklerin, Kürtlerin, Yezidilerin, Rumların, Çerkeslerin, Ermenilerin ayrıca etnik kimliklerini bilmediğimiz insanların acısını hem çok içeriden hem de alabildiğince nesnel bir bakışla destanlaştırır. Savaşın Çocukları adlı romanıyla bilinen, neredeyse yaşamı boyunca yazdıklarında 1923 mübadelesi ve zorunlu göçünü tanıklıklara dayalı anlatımıyla görünür kılan gazeteci-yazar Ahmet Yorulmaz ve zorunlu göçün karşı taraftaki acısını kaleme alan Dido Sotiriyu, adlarını anmadan geçemeyeceğim yazarlardır. Her iki yazar da şovenizmden uzak, sürgünü, halkların acılarını insan olmak dışında hiçbir kimliğe sığınmadan dile getirirler ki sanatın, edebiyatın hayatımızı yaşanır kılması tam da bu nedenle olmalı.