30a34-indir2b1

Fatih Akın’ın aşk, ölüm ve şeytan üçlemesinin son filmi olan Kesik (The Cut), bu hafta gösterime girdi. Mardin’de demirci ustası olan Nazaret Manukyan’ın (Tahar Rahim oynuyor) 1915’de Osmanlı askerleri tarafından zorunlu çalışma için evinden alınmasıyla başlayan öykü, yine Nazaret’in ikiz kızlarını bulabilmek amacıyla yaptığı uzun yolculuğun 1923’de Kuzey Amerika’da sona ermesi ile bitiyor. Yönetmenin diğer filmlerinin çoğu gibi bu da bir yol hikâyesi. Film boyunca Ermeni Tehciri, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yeni bir dünyanın kurulması hep Nazaret’in uzun yolculuğunun tarihsel fonu gibidir. Film bunlarla ilgili doğrudan bir şeyler söylemek, olayları etraflıca ele alıp siyasi ve ideolojik önermelerde bulunmak yerine tüm bu olanların Nazaret özelinde sıradan insanları nasıl dönüştürdüğüne, savurduğuna, insanlık durumlarına odaklanmaktadır. Sekiz yıl boyunca olan biten her şeye biz de sadece Nazaret’in görüp duyabildiği kadarıyla tanık oluruz. Ancak tüm bunlardan dolayı filmin daha güçlü olması beklenirken, belki bir dönem filmi olması nedeniyle, belki tarafsız kalma, mesafeli durma çabasıyla, belki de ele aldığı meselenin zorluğundan dolayı seyirciye duygu geçirmekte biraz zayıf kalıyor. Yönetmen, üçlemenin ilk iki filmi olan Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısında filmlerinde yakaladığı güçlü sinema dilini ne yazık ki Kesik’de yakalayamamış. Ancak tüm eksiklerine rağmen bu hikâyenin Türk kökenli bir yönetmen tarafından ele alınmış olması onu son derece önemli ve değerli kılıyor.

Filmin adını aldığı “kesik” birden fazla anlamda metafor olarak kullanıldığını düşündürüyor. Birincisi aniden kesintiye uğrayan hayatlar, bir altüst oluş, tarihsel ve toplumsal anlamda keskin bir yarılma halini ifade ediyor. İkincisi ise Nazaret’in boynundaki kesiğin onu dilsizliğe mahkum edişi, bireysel anlamda sadece onu değil, tehcirin şiddetini, acılarını ve utancını yaşayan tüm halkları da bir sessizliğe mahkum etmesini simgeliyor.

Üçlemenin “şeytan” başlığını savaş ve tehcir temaları ile anlatmak şüphesiz son derece doğru bir tercih. İnsanın içinde sürekli mücadele eden iyi ile kötünün dinsel anlamda kötü tarafını temsil eden şeytanın yeryüzünde adeta bütünüyle egemen olduğu bir dönem bu. (Gerçi insan dünyanın şu andaki haline bakınca da sormadan edemiyor, iyinin egemen olduğunu görebilecek miyiz?)

Nazaret’in yolculuğu boyunca, (din ve millet ayrımı olmaksızın) hem iyiler hem de kötüler çıkıyor karşısına. Sadece Anadolu’da ve yakın coğrafyalarda değil, Amerika kıtasındaki yolculuğunda da ayrımcılığın, ırkçılığın, zorbalığın farklı şekilleriyle karşılaşıyor. Filmin başlarında bir kurtuluş umudu olarak sunulan din değiştirme teklifini şiddetle reddederken, zorunlu göç sırasında yapılanları gördüğünde Tanrı’ya ve kiliseye olan inancını tamamen kaybediyor. Ancak yine de filmin zirve yapan iki sahnesinde insana ve iyiye dair umudun yitirilmediğini görüyoruz. İlk sahnede, Suriye’de savaşı kaybeden Osmanlı asker ve memurlarının aileleriyle birlikte Halep’i terk etmesi sırasında, onları aşağılayarak taşlayan halkın arasında Nazaret de vardır. Attığı taşlardan birinin kafiledeki bir Türk çocuğun başını yaraladığını gördüğünde Nazaret dehşete ve utanca kapılır. Taş atmayı bırakır. Zalimlere benzediğini fark etmenin utancıdır bu. Oysa Nazaret o güne kadar tüm ailesini yitirmiş, insanın aklını kaçırmasına neden olacak zalimliklere tanık olmuştur. Yine de o anda taş atmayı bırakması, tek bir insanın vicdanında da olsa bunun bilince çıkması hepimiz adına umudu taşıyan bir sahnedir.

the-kid-charlie-chaplin-filmloverss

Diğer sahne ise ironik bir şekilde “şeytan icadı” olarak adlandırılan bir sinema filminin Halep’te halka açık bir meydanda gösterilmesidir. Gösterilen film Charlie Chaplin’in Yumurcak (The Kid) filmidir. Sessiz film ile bir nevi özdeşlik kuran sadece dilsiz Nazaret değildir, savaşta her şeyini kaybetmiş yığınla yoksul, kimsesiz, sesini duyuramayan insanlardır aynı zamanda. Siyah-beyaz film perdede oynarken, kamera bir yandan da kimi zaman kahkahalarla gülen, kimi zaman da sessizce ağlayan, Şarlo ile özdeşleşen insanların üzerinde gezinir. Yaşadıkları tüm dehşete ve acılara rağmen insanların hala bir şeyler hissettiklerini, hayatın devam ettiğini gösterir bu sahne bize. Sinema onların sesi olmuştur, onlara yeniden insan olduklarını hatırlatır, içlerindekine ayna tutar. Ezilen ve konuşamayan yığınların sesi olarak sanatın varoluşunu görürüz. Bu sahne gerçekten sinemaya saygı duruşu anlamında çekilmiş en güzel film sahnelerinden biri olabilir. İyiliğin (vicdan ve merhametin) film boyunca, kilisede ya da din adına yapılan eylemlerde değil de ironik bir şekilde bu “şeytan icadında”, asker kaçakları arasında, sıradan bir sabun atölyesinde ya da devlet adına cinayet işlesin diye hapisten çıkarılan bir eski mahkumda ortaya çıktığını görürüz.

Fatih Akın’ın tüm filmlerinde müzik kullanımı çok başarılıdır, bu filmde de öyle. Ayrıca filmde pek çok iyi oyunculuk olmakla birlikte Bartu Küçükçağlayan ve Kevork Malikyan’ın özellikle dikkat çektiğini belirtmek gerekiyor.

Sinemanın ve diğer tüm sanat eserlerinin hepimiz adına konuşmaya devam etmesi dileğiyle.

Funda Mendeş