Şimdi herkes bir şeyler söylüyor, hani çoğu da dedikodu, yahut bir kulp takma derdiyle, bazısı da annem gibi kabullenememekten. Beyin bir sebep bulamazsa, mantıklı, olabilir, gerçekçi, ne bileyim ayakları yere basan bir sebep, neden, saik bulamazsa karışıyor, ruha huzur vermiyor, o dosyayı arşivleyip kalkması gereken rafa kaldıramıyor, yani hayat devam etmiyor.
Ama işte bir nedeni yok. Ya da var olan şeyin mantıkla bir ilgisi yok.
Hayır, hayır, o gün tüm sıvıları-katıları birbirine karıştırmamıştık. Ben zaten içmemiştim, o da sadece bisura içmişti. Bisura deyince hemen oturuşunuzu dikleştirmeyin, bilirsiniz özentiydi Elif biraz, böyle kitaplarda-filmlerde gördüğü, duyduğu ilgisini çeken şeyleri ne yapar eder denerdi. Bisura’yı da bir kitapta* okumuştu, adı üstünde canım; soğuk birayla, ılık suyun karışımı. Bir ellilik içmişti o kadar, o da kimseyi çarpmaz, çarpılmayı istemiyorsa tabii. Hem sonuna doğru midesi bozulmuştu zaten, “Asit geliyor, boğazımı yakıyor, midem isyanda.” demeye başlamıştı, kendini tuvalete atmadan az evvel. Peşinden gittim, kusarken başını tutayım dedim, annem öyle yapar niyeyse, izin vermedi, kapıyı sertçe kapatıp kilitledi. Ben de götün götün yerime döndüm. Keyfim kaçmıştı. Zaten bu saçma partilere sırf onun için geliyordum. Benzer şeyler giyiyor, ikiz gibi takılıyorduk, kendince mutlu oluyordu. Elif’in marjinal olacağım şeyleri işte. İkizini arıyormuş meğersem, bu dünyada bir ikizi varmış, mutlaka varmış, üstelik aynı anne karnından çıkma değillermiş ama aynılarmış, kalpleri bir atıyormuş, bazılarının böyle olurmuş, onu bulana kadar hep yitik, hep eksik, hep boşlukta kalmaya mahkûmmuş. Marjinalliği de bu kadar işte, klasik ruh ikizi şeysi. Ama bunu ona dediğim zaman iki hafta küstü, ne telefonlarıma çıktı, ne feyste, tivitırda dürtmelerime karşılık verdi. Onun dediği aşk değilmiş, bu ikizin illa erkek olması gerekmiyormuş, hatta bir insan bile olmayabilirmiş. N’apacaksın, haklısın, ben ettim sen etme dedim, iki hafta onsuzluk bile ciğerimi parçalamaya yetmişti. Bir de tabii bu ikizin erkek olmak zorunda olmayışı, ne yalan söyleyeyim hoşuma gitmişti.
Tuvalette uzun kalınca, yine insanlık bende kalsın dedim, sesime şen şakraklık katarak –bozulduğumu da hiç belli etmem, bizim ilişkimizde bozulmaya, küsmeye, kızmaya, alınmaya hakkı olan bir tek oydu, ben ona ait olan bu şeyleri yaparsam saçma, çocukça kaçıyor, trip olarak algılanıyordu, daha kötüsü o benim gibi karşılık vermiyor, ben küstüğümde o da küsüyor, ben bozulup ters cevaplar verdiğimde hiç oralı olmuyor, beni bırakıp başkalarıyla takılıyordu, bazen çok canı çekerse gelip yanağımdan bir makas alıyordu hepsi bu– kapıyı tıkladım, “Şekerim orda mısın hala, iyi misin?” dedim. Sadece “Doluuu!” diye bir böğürtü gelince, “Pardon.” deyip onu aramaya koyuldum. Çokça aramama gerek kalmadı, balkon kapısının oradaki çığlık sesleri ve kalabalık Elif’i işaret ediyordu. Müzikten ve içtiklerinden uçuşa geçmiş sallanan kalabalığı yarıp kendimi balkona attığımda Elif’in balkon demirlerinin üstüne bir kuş gibi tünediğini gördüm, oturmamış, tam anlamıyla tünemişti. Tek tutanağı elleriydi, ayaklarıyla denge sağlayamıyordu, onu öyle görünce hemen atılıp sarıldım, o da kendini çekti, neredeyse onu düşürecektim ki uzun, beyaz ve tüylü bacaklarını açıp –bu tüy meselesini de bir internet sitesinde okumuştu, tüylere özgürlük diye apaçi takılıyordu– oturuverdi demirlere, beni de itti öteye. O an ne halin varsa gör, istersen atla da geber diye aklımdan geçirdim, itiraf ediyorum, ama tüm o insanların önünde ötelenmek zoruma gitti. Zaten bizim bu birkaç dakikalık tiyatromuz onları iyice keyiflendirmiş, bazısı Elif’e elindeki sigarayı, birayı bile uzatmıştı. Gevşekler!
Aldı birinden sigarayı, bir yandan keyifle tüttürüyor, bir yandan da o çok sevdiği ilgiyi bulmanın neşesiyle sallıyordu aklına eseni. Kalabalık, bu tiyatrodan bir şey çıkmayacağına kanaat getirince ufaktan dağıldı, kimisi kapının önünde sızdı oturdu. O zaman yanaştım ben de Elif’in yanına. Biraz sakinleşmişti.
“Ela,” dedi, “buldum artık ikizimi.”
“Yaa? Kim?”
“Kim olduğunu bilmiyorum ama en azından nerede olduğunu buldum.”
“Sevindim. Nerede peki?”
“Gökyüzünde. Yukarılarda. Kuşların yanında, yıldızlarla arkadaş, belki de ayın üstünde bir evi var. Baksana bu gece ay ne kadar büyük, yıldızlar nasıl ışıklı.”
“Ne yıldızı Elif? Ay bile görünmüyor, ne diyorsun sen!”
“İyi bak Elacım, bak beni bekliyor o da!”
Ayağa kalktı sonra, demirlerin altında kalan o küçücük alana sığdırdı, çıplakken bakmaya doyamadığım ayaklarını. O zaman anladım, atlamaya hazırlandığını.
“Atlarsan atlarım Elif!” dedim, panikle.
Son bir kez şefkatle, merhametle, aslında her şeyi biliyorum dercesine yüzüme baktı. Tam süzülüp uçacakken manikleşti tekrar.
“Bak,” dedi, “ilk başta kollarını böyle katlayacaksın bir tavuk kanadı gibi, yere yaklaşınca açacaksın uçak kanadı gibi, bacaklarını da kendine doğru çekeceksin yere yaklaşana kadar ki bacakların kırılmasın, yere değer değmez de bir füze gibi dimdik duracaksın.”
“Ne diyorsun sen böyle, ne yeri ne kanadı Elif?”
“Sen de gelmek istiyorsun diye dedim. Benimle gelebilirsin.”
“Yapma güzelim, gel içeriye, bir sakince konuşalım.”
“Hadi sen de gel Ela, uçarken konuşabiliriz.”
“Ne yani uçacağına inanıyor musun sen?”
“Evet, inanıyorum, biliyorum, eminim.”
Peh! İnanıyormuş. O, yere yan, sol kolunun üstüne düştü, ben de hemen arkasına düştüm. Bedenimi arılar sokuyor, kulaklarımda arsız bir sivrisinek korosu ötüyor, en küçük hareketimle her yerim ama her yerim acıyla inliyordu. Yine de ilk şoku atlatır atlatmaz, doğrulmaya çalıştım, Elif’in yüzünü görmek, nefesini duymak istiyordum. Yaklaştım ona iyice, ılık nefesini yüzümde hissedince, biraz olsun rahatladım.
“Uçuyorum Ela görüyor musun? Hadi sen de arın tüm korkularından, hadi!” derken, öptüm bu çokbilmiş geri zekâlıyı, bu kaçkın karıyı. Öptüm o minicik dudaklarını.
Ama bilirsiniz, hayat romantik bir komedi değil. O andan sonra, hani korkularımdan arındıktan sonra canım, büyük bir aşk masalı başlamadı tabii ki. Neyse benim şimdi çıkmam lazım, annemle Gören Babaya gideceğiz, annem kesme şeker dağıtacakmış, aslında lokum dağıtsa daha iyiymiş ama şimdi düğün masrafları falan çok açılmışlarmış, inşallah en kısa sürede bir de lokum dağıtacak, hatta tez vakitte onu anneanne yaparsam lokma bile döktürecekmiş.
Elif’e mi ne oldu? Ne olacak canım! Uçtu.
Ebru Askan
* Onur Çalı – Geçen Sene Doğanlar
Öykü, Amargi Dergisinin 33. sayısının kapak görselinden esinlenerek yazılmıştır. Öykünün başında yer alan fotoğraftır.