ÜÇÜNCÜ GÜN
Dışarı çıkmaya bile gücüm yok. İki Akinetonla iki bira çaktım, yarım saat sonra tam istediğim kafa, bir milyon. Güzel kafalı bir gidiş. Müzik setiyle dans etmeye başladım. Fena partner değil. “Yaşamak yalan belkiii, o yeminler hep yalaaan.” Sarıldık birbirimize sonunda, sızdık. Beraber sızdık sandım ama sabah o hâlâ aynını mırıldanıyordu “Ellerin dudaklarınnn, o yeminlerrrr…” Tekrar sarıldım ona. Ayık kafa sarıldım. Vefalı müzik setim benim.
Acıktım sonra. Bayat ekmeklerden kemirdim. Tuz ektim, yaladım ekmeği. Acıktığım için kendimden nefret ettim. Bayat ekmeğimle olduğum yere uzanıp dolabın dibinden tek sıra geçen karıncalarla konuştum. Bir parça kırıntı bıraktım yollarının üstüne.
Bir Akineton, bir bira daha. Şerefe dünyanın tüm karıncaları!
DÖRDÜNCÜ GÜN
Karınca arkadaşlar gitmiş, kırıntılarla birlikte. Beynim balon. Her yer boş… Bomboş.
Sırtım. Belim! Mezarlığa gideyim ilk ve son kez. Dua edeyim! Çok uzak.
Nereden edersen et, dua sahibini bulur derdi anneannem, şimdi bir Fatiha okuyayım en iyisi. Okuyamıyorum, unutmuşum.
Telefonun internetinden otuz liraya senin yerine bin Fatiha okuyan bir siteye sipariş ettim, adını söyledim. Kredi kartımın numarasını girdim. Okuyacaklar sağ olsunlar.
Çişim geliyor, karnım acıkıyor, uyuyorum! Her şey normalmiş gibi. Dünya aynıymış, hayat devam edebilirmiş gibi. Uykum geliyor yine, kahretsin. Uyumadan halletmeli.
Aklıma geldi birden. En seksi kıyafetlerimi giydim bir gayret, kırmızı ruj, fileli çorap. Taksiye atlayıp Hoşdere’ye gittim. Gecenin bir yarısı. Belamı (mı?) arıyordum. Cadde boyu birkaç tur attım yarı salına, yarı sallana. “Ne kadar?” diye sordu kıllı herifin biri, arabasının içinden. Eğildim yüzüne “Sana yağmurda su yok, ağda yaptırsan bile olmaz… Hadi ikileee!”
“Sen kiminle konuştuğunu sanıyon çiroz orospu!” dedi. “Kaptan mağara adamı sen de!” diye bağırdım. Dik dik baktım, bekledim. Arabadan inip suratımın ortasına vursun, bıçağı çekip kalbime soksun. Tam camı kapatırken, son koz diye, “Vursana götün yiyorsa!” dedim. “Git başka yerden bul belanı manyak karı!” deyip yürüdü. Birkaç deneme daha yaptım. Bir iki korna yedim o kadar. Beceremedim.
BUGÜN
Uyandığımda resimlerimizi hatırladım, yirmi beş senelik. Bebeklik resimleri, ilkokul okuma bayramı, lise mezuniyet, Emine teyzenin oğlunun sünnet düğününde, oğlanın pipisinin göründüğü fotoğraf. Hepsinde sen… Ellerin… Gözlerin… Gülüşün…
Bunca senelik mutluluğun üstüne böyle ağzıma sıçıp gideceğini bilseydim. Off, bu gece yine Hoşdere’ye mi gitsem! Hani nerede o kadınlara saldıran sapıklar? Akinetonu beş tane içsem? Sabah hangi eşyaya sarılmış bulurum kendimi? Hangi eşya verir senin sıcaklığını, kokunu. Bir beş sene daha kalsaydın ya, on hatta! Öldün de başın göğe mi erdi? Karıncalar da gelmemiş. “Sen beni öldüreceksin!” derdin ya hep, “Çok içiyorsun, hem kendini hem beni…” derdin! Söylesene ben mi öldürdüm seni?
Bugün de bileklerimi mi? Severim kan kokusunu. Araştırayım önce, işi şansa bırakmayayım.
“Bilek kesme vakalarının yüzde yetmişi başarısızlı… Vakaların yüzde doksanbe… Amacı dikkat çe… Kesin sonuç için paralel değil… Doğru -uzunlamasına- kesil… Sıcak su kan akım…”
Gözünü sevdiğimin internetinde ne ararsan var. Kek tarifinden, dua siparişinden, intihar tarifine kadar. Düşünüyorum tekrar. Gerekli malzemeler; küvet-var, sıcak su-var, jilet-var, bilek-var, cesaret-olacak. Olmalı!
Veda edebileceğim kimse yok. Beni özleyecek merak edecek? Arkamdan ağlayacak kimse yok. Özleyerek ölmek kaç yıl sürer? Özlemenin acısıyla zehirlenerek! Bekleyemem.
HÂLÂ BUGÜN
Bok mu vardı çektin gittin. Yıkadım bir de seni. O mermerin üstüne yatırmışlardı. Sol yanında iyileşmemiş yara izi. Sol yanımda hiç geçmeyecek yaram. Beynimde yumruk. Boğazımda yumru. Gassalları parayla dışarı çıkarıp böğüre böğüre yıkadım ya! Ben yıkarsam canlanırsın sandım. Sesimi duyarsın da dayanamazsın gitmeye. Çoktan gitmiştin oysa. Biricik kızını tek başına bırakıp. Beş gün oldu bile!
İlk iki gün uyudum zaten. Senin o soğuk bedenini yıkayarak uyandıramayacağımı anladığım an nasıl bir taşkınlık yaptımsa ve nasıl bir ilaç verdiyse -ki çoğunu bilirim o sakinleştiricilerin- şerefsiz doktorlar, iki gün uyudum. Ne gömüldüğünü, ne mezarını göremedim. Görseydim, görebilseydim… Yıkarken uyanmadın ya, daha uyanmazsın. Yine de…
Kaç bira daha içsem? Biraz votka da vardı bir yerlerde. Bir de gusül abdesti. Abdestli olmak Tanrı’yı etkiler mi? Acır mı bana? Cennete sokmasın tamam ama seni görmeme izin verir mi? Yirmi beş yıl anneye doymaya yeter mi? Peki Allah bunları bilmez mi? Onsuz yaşayamayacağımı, hayatımın… Hayatımın diye bile bir kavramın kalmayacağını bilmez mi de, annemi bana göstermez, beni cennetine almaz. Almazsa almasın ulan, almazsa almasın!
Ameliyata girdiğin gün yıkanmıştım en son. Ertesi gün gidiverdin.
Altı bira içtim galiba. Yedi belki. Yarım şişe de votka. Suyu açayım. Kirliyim. Sırtımı keseleyecek kimse yok. Dünya kirli. Ben kirli. Jiletim nerde?
Ağlayamıyorum Tanrım. Neremden aktı üç günde onca gözyaşı? Şimdi neden bitti?
Anne gel artık be! Gel! Şaka de, rüya de! Valla keseceğim bak! Dayanamazsın sen, kan tutar. Kalbin tekler yine! Ameliyat olursun. Ölürsün bak tekrar. Sıcak su çok güzel! Sarıp sarmalıyor, her yanımda. Aynı senin gibi. Üç kere ağzıma. Ben sana güvenip saldım ya kendimi, yıllarca. Sana… Paralarına… Sana güvendim ya! Sensiz paralar da boş. Adam tutup kendimi öldürtmeye yarar ancak o paralar, sen olmayınca. Küvete işeme derdin bir de küçükken, itiraf ediyorum işerdim. İşedim.
Çok çektirdim sana! Ben ölecekken bir çukurda, altın vuruşu sen yaptın. Alnımın ortasından, kalbimin ortasından, dünyamın ortasından vurdun, dağıttın, kaçtın. Üç kere burnuma.
Elmasız kalmış kurt gibiyim beş gündür. Bir ucundan girip minik mink tırtıkladığım, içinde kaybolduğum, küçük ısırıklarla içinde yol açıp ilerlediğim. Sığındığım. Doyduğum. Dokuz ay içinde yaşayıp, zorla çıkarıldığım lanet günden beri yirmi beş yıldır yine de hep yapışık durduğum. Korunduğum. Anneee! Elma kurdun ortada kaldı. Enine değil yazıyordu internetteki tarifte, boyuna… Elma diyorum anne, hadi artık çıksana! Küvetimiz kırmızı elmalarla doldu, baksana!
Ayşegül Kocabıçak
Görsel: Burcu Firdevs Demirağ
Ne zaman annemin öldüğünü düşünsem ağlarım, olmamış bu öykü, çok kötü yazmışsın Ayşegül. 🙁
hadi ya! ne desem bilemedim..
Seviyorum tüm yazdıklarını ama bu öykü başına uyarı istiyor. \”Sulugözler okumasın\” diye 🙂
🙂
Yine harika bir öykü…
teşekkür ederim Mehtap hanım 🙂
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Abalcığım sabah sabah beni mahvettin…1kg ağırlığında kocaman köşeli bir parke taşı yutmuş gibiyim. Buz gibi sert buz gibi yırta yırta… Oysa biraz evvel doğumla ilgili bir yazı oluyup nasılda içim ısındıydı. Çocuğumun doğumunu hatırlayıp nasılda hayat dolduydum, şarj olduydum.Okuduğum hersatırda yazı başkalaşıyor, form değiiştiriyor. Sanki bir ufak dere gibi tatlı tatlı taşların arasında dolaşarak kah daralıp kah genişleyen. Konu ağır ama yazın, anlatışın çok güzel. Iyiki 200sayfa yazmamışsın. Yemek yemeden tuvalete gitmeden ara vermeksızın okumak ister, ölürdüm heralde…Hayatta iki olgu var biri ölüm diğeri doğum.birbirleribirlerini nötr leyen. Hayat iki karanlığın arasında bir aydınlıktır der düşünür. Ölümden sonrasındaki karanlık doğumdan önceki karanlıkla bilinmezlikle eş değilmidir der…(Ablacım diye başladım sözüme ama bilmiyorum yaşını. Ben 38 ama belliki sen benden çok yaşlısın çok erişkinsin. Belki 138 yaşındasın)
çoğu zaman 138 hissettiğim olur. teşekkür ederim. sevgilerimle 🙂
Sevgiler bizden efendim…
Ayşegül Kocabıçak’ın okuduğum her öyküsünde aynı ustalığı buluyorum…Anlatıcı olarak kahramanın cinsiyetine, kişiliğine “bürünüyor”desem eksik kalacak, “onunla bütünleşiyor”. Kahramanı çocuksa, naif bir dili oluyor. Sonra bir bakıyorsunuz kaşar birini anlatıyor “ bitirim” bir dille. Şiirsel olmak, etkileyici yazmak “edebiyat paralamak” gibi bir amacı, çabası yok belli.. Yalnızca “sahici” hem de “çok sahici”. Bu yüzden, şiirsel denecek kadar etkileyici. Ve.. düşen her yaprağı resmedecek denli duyarlı.Ulaşacağı başarının boyutları beni asla şaşırtmayacak.
Çok teşekkür ediyorum Şahin bey. Böyle güzel ve içten eleştiriler aldıkça daha çok yazmak için güç buluyorum. Sevgilerimle…
Sevgili Ayşegül Hanım,Elmakurdu adlı öykünüzü okuyan biri bu öyküyü annenizi kaybettiğiniz için yazdığınızı sanmıştı da \”Annem çok şükür yaşıyor, kurguydu..\” demiştiniz. Biri de \”sulugözler okumasın\” diye uyarı koysaydınız demişti.Kısacık bir öyküde okuyucu üzerinde bu etkiyi bırakmanız beni hiç şaşırtmadı..Anlatımınız öylesine süssüz, öylesine sade ki..Anneniz yaşarken böyle bir acıyı anlatmanız – betimlemeniz demiyorum, çünkü o tanımda biraz edebi olma çabası olur- insanlara inanılmaz gelebiliyor.Müzikte bir tek \”ahh\” ile anlatabileceğiniz sınırsız acılar olabiliyor. Size bunu anlatabileceğim bir şarkı var:Çok sevdiğim Jacques Brel'in \”L'Homme de la Mancha\” sındaki soprano Joanna Diener'in Don Kişot'un ölümünden sonra söylediği \”ahh\” ı dinlemenizi öneririm. Üstüste defalarca dinleyip bu sesin nasıl böyle söylenebildiğine inanamıyor insan. Bu \”ahh\”ı o anlamla yükleyip söyleyebilince sanatçı olunuyor. 4 ciltlik bir kitapta da anlatabilirsiniz bu acıyı, bir tek \”ahh\” ile de, 2 sayfalık bir öyküde bitirim bir kızın ağzıyla da…Ya da en sevdiğim yazar A.De Saint Exupery’nin “Kale” adlı kitabında bahçıvanların mektupları bölümündeki gibi:Bahçıvan kervanın gideceği yerdeki arkadaşına yazacağı mektubu günlerce düşünür,yazar yırtar..yazar yırtar. En sonunda kervan hareket etmeden mutlu bir yüzle mektubunu verir hani… Arkadaşı mektubu açtığında tek satırdır:“Bu sabah güllerimi budadım”Kervanın dönüşünden önce aynı sıkıntıyı bu kez de arkadaşı yaşar. Yazar, beğenmeyip yırtar, yırtar, yırtar.. Kervanın hareketinden hemen önce o da dostuna yazdığı mektubu bitirip, huzur dolu bir halde teslim eder. O da tek satırdır:“ Bu sabah ben de güllerimi budadım” Sizi iki konuda çok etkileyici buluyorum.Anlatıcı olarak belirlediğiniz kişinin dili çok yalın. Ya çocuk, ya da büyüdüğü halde hiç kirlenmemiş, çocuksu kalmış biri. Bu yalın dil onlara çok yakışıyor.İkincisi de öykülerinizin sonunu kesin cümlelerle bağlamıyorsunuz. Bu çok zor, ustalık isteyen kendiliğinden oluşan bir şiir dili-sinema dili gerektiriyor bence.Okuyucunun anne ölümüne üzülüp de “keşke ölmeseydi” dileği gibi son cümleyi sis çökmüş bir çalının dibinde yazıyor gibisiniz. “Ecüş dede –bücüş dede annesinin üstünü örtü mü, yoksa??” Okuyucu aslında ne olduğunu biliyor, anlıyor ama, çok üzülen olursa-ki herkes üzülüyor tabii- “ yok canım, torunu gibi gelininin de üstünü örtmüştür” diye çocuksu bir kaçış kapısı bırakıyorsunuz.Veya “Balerin” öykünüzde olduğu gibi “ annenin sallanan ayakları”nın altına devrilmiş bir tabure yerleştirmiyorsunuz. Ya da “Elma kurdu” ndaki küvette jileti dikine –enine değil-nasıl bastırdığını, basınçla fırlayan kan damlalarının nasıl bir elma görüntüsü oluşturduğunu anlatmıyorsunuz. Okuyucuyu sakınmak, üzmemek için böyle bir dil kullanmış gibi yapıyorsunuz ama, işte bu yüzden daha çok acıtıyorsunuz insanı. Öyküden amaçlanan da bu işte bence.Bir olay ya da kurgudan hissetiklerinizi rüzgarlı bir havada kulaklarımıza fısıldıyorsunuz. Hangisi rüzgârın sesi, hangisi sizin ,belirsizleşiyor.Bunlar tabii ki benim duygularım, düşüncelerim. Eleştirmen değilim, edebiyatçı değilim. Onların ne söyleyeceğini bilemem. Sizi hiç de başarılı bulmayabilirler. Ben biraz da kıskançlıkla tekrarlamak istiyorum: Ulaşacağınız başarıların boyutu beni asla şaşırtmayacak.Dostlukla,sevgiyle.
yorumunuzu şimdi okudum 🙂 inanın söyleyecek söz bulamıyorum. yazdıklarınızı okurken çok mutlu oldum, çok duygulandım, çok sevindim. sevgiler ve dostluklar hiç bitmesin 🙂