Üşüyorum. Küçücük bir hareketimle soğuk dolduruyor tüm boşluklarımı. Gözlerim, gözlerimi açarsam… Her yer beyaz bir körlüğe mi bürünecek? Öyle bekliyorum.

Zihnim çöplük gibi. Her şey saçılmış ortalığa, arsız bir hırsız aradığını bulamadığından eline ne geçse atmış. Bunca dağınıklığın içinde bir berraklık ve hafiflemişlik duygusu. Oysa uyandığımdan beri düşünüyorum; neredeyim? Bu bilgi yok. Böyle bir bilgi hiç olmamış.

Bir ses duyuyorum.

Dolmuştayım.

“Sana gelmem lazım.” Tüm gücümle kurabildiğim cümle bu. Oysa ben lazımlı cümleler kurmam. Utanırım. Demek korku büyüyünce, utanç duygunu yitiriyorsun.

“Tamam. Cemal Süreya Parkında ineceksin.” diyor. Şaşırmadı. Tereddüt etmedi. Ama bunu diyen kim, ben kimi aradım?

“Cemal Süreya, evet, çocuk parkı vardı yanında.” Daha önce gelmiş miyim buraya, yoo öyle olsa…

“Oradan aşağı vereceksin kendini, sağda pembe apartman, hemen görürsün.” Ankara’da pembe apartman mı var? Zihnim yazıyor olmalı şu an. Şakacı şey.

Su ısıtıcısının sesi bu. Çay… Çay yapmak için gitmişti içeri. Poşet çay mı yapacakmış?

“Kombi bozuk üşümüşsündür.” derken uzatıyor çayı, çayımı.

Daha kombi sözünü duyduğumda açıyorum gözlerimi utançla. Utanç geri geldiğine göre korkulacak bir yerde değilim artık.

“Burada kal.” diyor uzatmadan. “Arkadaşlardan bir yorgan uydururuz şimdilik. Burs yatınca da başka şeyler bakarız.”

O zaman içiyorum çayı. Eriyor tüm buzullar. Neredeyse bahar bahçe. Kalkıyorum yattığım yerden, sızlıyor, inliyor bedenim. En çok boynum acıyor, bir de ayak bileklerim. Pranga ağrıları. Elindeki bardağı alıyorum. Sarılıyorum. O sırada fark ediyorum kemiklerini.

“Ne kadar zayıfsın. Bir şeyler yemelisin.” derken düşünüyorum hala, kim bu, ben kime sarıldım?

Ebru Askan

Resimler: Burcu Firdevs Demirağ